Şiir olur Diyarbekir’in kapısına dayanır!(Diyarbekir Kalesi’nden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi)-5.Sayı

Suriçi’nin Hançepek semtinde geniş avlulu bir evin bahçesinden Arnavut kaldırımlı sokaklara taşan bir çocuk gülüşünün adıdır Ahmet Hamdi. Sonra odalardan sofalara dolan bol şayak kumaşlar, avluda yatan askerler, hiç eksilmeyen misafirler ve sonsuz bir gün ışığı…

Yıllar sonra daracık bir hücrenin karanlığına yetecek kadar gün ışığı… Babası, Harran’da vekâleten kaymakamlık görevinde bulunan Arif Hikmet Bey… Ona olan sevgisinden adını Ahmed Arif yapacak olan bu küçük çocuk, kendini bir medeniyetin mirasçısı olarak tanımlayacak ve anılarına sızan kimliğini şöyle anlatacaktır:

“Anadolu insanının tarihini Babil’e kadar, Sümerlere, Asurlulara kadar uzatabiliriz. Hatta daha da öncesine Helenlere, Truvalılara kadar götürebiliriz. Bütün bu kavimler bizim atalarımızdır. Yani bu toprağın üzerinde ne kadar uygarlık kurulmuşsa, yaşamışsa, tarihe göçmüşse, yerin altında kalmışsa bütün bunlar bize kalan mirastır.”(1)

Anne tarafından Erbilli, soylu bir aileye mensup olan Ahmed Arif’in dedesi, çağının önemli din âlimi Şeyh Abdülkadir Cibralî’dir. Müslümanlar için savaş döneminde cihat etmenin Cuma namazı kılmaktan daha hayırlı olduğu fetvaları ile bilinen şeyhin yedi oğlu, ünlü İngiliz casus Lawrence’ın kiralık katilleri tarafından öldürülmüştür. Kalan tek evladı Sare, Ahmed Arif’in küçük yaşta kaybettiği annesidir. Babası ise, Kerkük’ten gelen bir ailedendir. 

Başta Suriçi’nin dar sokaklarında duyulan bir türküye sestir küçük Ahmed, sonra sese söz, söze mısra olur: “Şahmurat Suyu kan akar/Ve ben şairim/Namus işçisiyim yani/ Yürek işçisi./ Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş,/Ne salkım bir. bakış/ Resmin çekeyim,/Ne kınsız bir rüz- gâr/Mısrâ dökeyim.”(2) 

Şiire giden yoldaki durakları, gençlik çağlarında Urfa, Afyon ve Uşak, üniversitede Ankara’dır. Ama şiirin dize dize yenildiği yegâne karanlık, mahpustur. Sonra adı Melike, Aynur, “Leylim Ley” olur şiirin. Bir düşünce ufkuna açılır da mısralar, bir kelepçe olur vurulur şairin ellerine. Ama ille de şiirin adı Diyarbekir olur Ahmed Arif için. Gidip gidip döndüğü biricik sığınağı, ana rahmidir bu şehir. İşte tam da bu yüzden “Diyarbekir Kalesi’nden Notlar ve Adiloşairin ta içine bakmak demektir.

“Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanamazken, Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil, Sormayın hiç
Laaaaal…
Kara ferman çıkadursun yollara, 

Yârin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem

 

Olancası bir tutam can,

 Kadasına, belasına sunduğum,

 Ben öleydim loooy…

Elim boş,
Ayağım pusu
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok 

Diyarbekir Kalesi…” (3)

diye başlar şair, gönül muradını Diyarbakır’ın kaderine ortak yapmaya. Bu ilk bölümde derin bir memleket hasreti gelip şiirin gözlerine oturmuştur. En çok da toprağında açan çiçeğe, uçan kuşa, elinin değemediği ayvaya nara bir ağıt gibi uzayan hayaller, şairin boynunu büker. Zira hayatının belki de en verimli yıllarını hapiste, sorgu odalarında yurdundan ayrı geçiren Ahmed Arif’in dili lal olmuştur. Konuşan tek şey dizeleridir. O da bunu çok iyi bilir ve şiiri bir hasret türküsü olarak memleketine yollar. O yıllarda içinde feryat figân sızlayan tek şey memleket hasreti değil aynı zamanda Diyarbakır’ın ahvalidir. Dicle’nin kıyısı, bereketin yemyeşil rengidir şairin çocukluğunda. Bin bir çeşit meyve, kayısı, gül, dut bir Hevsel bahçesi kurar Dicle’nin yanı başına. Şair için Diyarbakır’daki yegâne sevgili buralardır. Ancak özellikle Amerika ve Hollanda şirketleri havaalanı, askeri tesis yapmak için Dicle’den kum çekmektedirler. Sürekli bir gecekondu yapılanması da bahçedeki talana sebeptir tabii. İşte bu yüzden şair için yârin bahçesi tarumardır.

Hepi topu bir canı vardır Arif’in onu da memleketinin dertlerini, belalarını almak için fedaya hazırdır. Oysa o, bütün belaları “Otuzüç Kurşun” şiiriyle başlayan hapis yıllarında yaşar. Dokuz gün işkence gördüğü, sonra da Sansaryan Han’da 128 gün tutuklu kaldığı zamanların ‘kada’sı kalmıştır gönlünde zaten. Bu hücre günlerinin zorluğundan olsa gerek ki sesler duymaya başlamış, delilik sınırında dolaşırken bileklerini kesip intihara teşebbüs etmiştir. 

Urfa’da kalebentlik cezası, tabutluklar, uzun süren sorgular, tutuklamalar, en çok da bitmek bilmez geceler… Bu günlere iki sevda düşürür şair: “Ne afat sevdim” dizesinin hasreti Diyarbakır. Bir de “İşkence gören tüm çocuklardan özür dilerim.” diye somutlaştıracağı kırgınlıkları. Toplam otuz sekiz ay tutuklu kalan Ahmed Arif, 1955’te cezaevinden çıktığında iflah olmaz yaraların adamıdır artık. Artık sadece bir canı kalmıştır ve kendine benzettiği Diyarbakır’ın güzellikleri tarumar edilirken, ağzı var dili yok bu şehre, o canı da verecek durumdadır. “Ben öleydim loooy” diye inlemesi bu yüzdendir Arif’in.

“Açar,
Kan kırmızı yediverenler 

Ve kar yağar bir yandan, 

Savrulur Karacadağ,

Savrulur zozan…
Bak, bıyığım buz tuttu,
Üşüyorum da
Zemheri de uzadıkça uzadı,
Seni, baharmışın gibi düşünüyorum, 

Seni, Diyarbekir gibi,
Nelere, nelere baskın gelmez ki
Seni düşünmenin tadı…”

 
 
 

Ahmed Arif’in hem kişisel hayatının hem de yetiştiği coğrafyanın derin izlerini taşıyan şiirin ikinci bölümü, bizi şehrin bilinen güllerinden olan ‘yediveren’lere götürür. Lakin şair yediverenleri en çok da kan kırmızısı renkleriyle görür ve acılarının rengi diye satırlarına bulaştırır. Sonra Karacadağ’ın karı buzu ruhuna dokunur Arif’in. Diyarbakır ile Urfa sınırındaki bu sönmüş volkanik dağın uzayan zemherisi, sakala bıyığa buz olup sürünür. Ama Diyarbekir’in savrulan zozanları şairdeki baharı alıp götürememiştir. Tıpkı hayatındaki bütün acılara ve yaralara inat bir şekilde tutunduğu yaşama arzusu, bahar olup şehrin dağlarına kurulacaktır. Kış bitmemiştir evet, zira:

Hamravat suyu dondu,
Dicle’de dört parmak buz,
Biz kuyudan işliyoruz kaba-kacağa, 

Çayı kardan demliyoruz.”

diye tarif edeceği bir ağır zemheri çökmüştür şehrin üzerine. Her yerde su elde etmek için buzlar eritilmektedir. Bu ayazın ortasında gündelik hayat da tüm akışıyla devam eder. Mesela şairin annesi siyatiğine bahane arar yine:

“Anam sır gibi saklar siyatiğini,

‘Yel’ der, ‘Baharın geçer.’”

Ahmed Arif’in öz annesi Sare Hanım, 1929 yılında vefat etmiştir. Onu büyüten, emziren, yedirip içiren, eğiten Arife Ana’sıdır. Şairin mısralarından sevgiyle dolu bir endişe içinden taşan bu ana figürü, ne kadar vatana işaret ediyorsa, kız kardeşinin doğum yapacak olması da o kadar umudu simgeleyecektir.

Bacım, ikicanlı, ağır,
Güzel kızdır, bilirsin.
İlki bu, bir yandan saklı utanır
Ve bir yandan korkar
Ölürüm deyi.
Bir can daha çoğalacağız bu kış. 

Bebeğim, neremde saklayım seni?

Hoş gelir,
Safa gelir,
Ahmed Arif’in yeğeni…

Şair kız kardeşini ve bir umut olup doğan yeğenini şöyle anlatır: “Adiloş benim kız kardeşim Nezihe’nin çocuğudur. Adiloş şimdi kendisi de baba oldu. Nurtopu gibi oğulları var. Adiloş küçük kız kardeşimin ilk çocuğu, oğlu. Ben, diyelim ki gözaltı, sürgün, diyelim ki kendi vatanımda garip ve mahkûmken Adiloş dünyaya geldi. Kapımızın önünde sürekli gözet- leyiciler beklerdi. Komşu teyzeler, ablalar küfrederlerdi. ‘Ulan bunların başına loğ düşürelim, hepsini ezelim’ diye… Loğ, yani damları yağmura karşı pekiştirmek için taştan yapılmış bir silindir. İşte evde durum bu… Bir stres, bir gerginlik var.” (4) İşte, şairin gözünün nuru, neye sarıp sarmalayacağını bilemediği, bir bahar gibi umut olup gelen yeğeni böyle bir ortamda doğmuştur. Kız kardeşi bir yandan ağabeyi tutuklanır, öldürülür diye korkarken, bir yandan da bir can daha çoğalacakları için heyecanlıdır. Yani ölüm ve dirim, kış ve bahar, keder ve mutluluk yan yanadır. Ve nihayet Adiloş Bebe doğar.

“Doğdun,
Üç gün aç tuttuk

Üç gün meme vermedik sana 

Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye, 

Töremiz böyle diye,

Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü…

 

Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır, 

Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü…
Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,

Ağulardan süzülmüş.

Sarıl bunlara
Sarıl da büyü.”

Ahmed Arif burada bebeğin doğu- şuyla beraber uygulanan bir geleneği anlatır bize. Özellikle Doğu’da bebek ilk üç gün veya üç ezan vakti emzirilmez. Bunun sebebi, ilk sütün bebeğe zarar vereceğine veya sarılık yapacağına dair yanlış inanışlar ya da bebeğin hayatın zorluklarına karşı dayanma gücü kazanması fikridir çoğu kez. Adiloş da böyle bir uygulamayla hayata gözlerini açar. Şair bilir ki önündeki bu ilk zorluğa direnen bebek, büyüdüğünde karşılaşacağı engereklere, çıyanlara karşı da güçlü olacaktır. Ona direnme gücünü verecek yegâne şey de namus ve sabırdır. Ki namus şairin özüne kazınmıştır. Sabrı ise acıların içinden geçe geçe büyütmüştür Adiloş Bebe’nin dayısı. Şimdi bir şiirin dizelerinde yeğenine bıraktığı miras en çok da bunlardır. Sözün özü, şiirin gizi şudur ki hayatını karanlıkların ve acıların içinden çekerek çıkaran bir şairin tutunduğu umut, aynı hayatın içine doğan yeni bir candır. Ona söylene- cek en içli ninni de memleket özlemine prangalar eskiten bir dayının hasreti olacaktır.

 

                                                                                                                                                                                                                                                                     Bedia Koçakoğlu

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir