Dicle üstü şarkılar- 8.Sayı

Bir dengbejin uzun nağmelerle Dicle’nin derin yalnızlığına bıraktığı niyetler gibi durur Türk şiirinde Sezai Karakoç. Hayatından sanatına sızan derin suskunluk zaman zaman bir dava fikrinde aksiyon alır. O, şiirde içe, nesirde dışa doğru genişleyen bir anlam dünyasının yazarıdır. Diriliş prizmasından gördüğü medeniyet fikri yüzyıllar sonrasına ışık olur. İnanmak, bir var oluş yoludur onun için. Her şeye inanmak, iman etmek; şiire, yazıya, fikre, davaya, ülkeye, ülküye… En önemlisi de dirilişi gerçekleştirecek insana…Sezai Karakoç şiirinde sürgün ve ölüm fikri soyuttan somuta geçişi müjdeler. Dünya hayatı uzun sürgünlüklerin mekânıdır. Ölüm ise asıl olana çıkılacak yolculuğun başlangıcıdır. Bu yüzden maddi olan soyut, manevi olan somuttur. Olgular tersine işler Karakoç’un dünyasında. Medeniyet ekseninde kurduğu coğrafya algısı daha çok mistik bir form üzerinden sanata taşınır. Bu yüzden ona göre şair, “Yılanın tepesinde gül açtırmak, akrebin ağzında tebessüm vücuda getirmek, deve sırtında dans etmek gibi bir kader cambazlığının adamıdır.”(1) Bu kader cambazı, toplumu ana ve baba figürleri üzerinden çizer. Ana, tabiat ve geleneğin birleşimi olarak bireyi var eder. Baba ise geçmişle yüklü, şimdiki zamanla dolu, geleceği çizecek bir topluma götürür insanı. Ana, doğanın sezgisi; baba tarih zekâsı ve devlet hikmetidir. Bir yönüyle de ana toprak, baba çiftçidir. Öyleyse Sezai Karakoç şiirinde doğa bir ana olarak karşımıza çıkar.“Bir kıza rastladı dağların tazeliğinde/Bal arılarının taşıdığı tozlardan/Ayna hamurundan ay yankısından/Samanyolu aydınlığından inci korkusundan/Gül tütününden doğmuş sanki/Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu/Saçlarını güneş destelemiş.”(2)Saçından bedenine adeta bir doğa bileşeni gibi duran kadını doğuran ana değil tabiattır aslında. Gökyüzü güneşle, arılarla, dağlarla, ay ışığıyla, güllerle bir olmuş, kadını annesi yerine var etmiş gibidir. Bu güzelleme biçimi şairin iki unsuru ne kadar içselleştirdiğinin de bir işaretidir.Doğa kadını doğururken bir yandan da annenin gidişi tabiatın da sönüşüne benzer. Her şey kurur, “Ah yüzü kurumuş bir bağın çalı çırpısına dön”er dünya.(3) Anne gider, “sular buruştu testilerde” diyen bir şair karışır kimsenin evde olmadığı yalnızlıklara.(4)Coğrafya dağ, dere, tepe, orman, deniz, göl her ne varsa toplanır ve Karakoç şiirinde Dicle üstü şarkıya durur. Arındırır, temizler, yıkar, paklar her şeyi Dicle. “Ayın Dicle’ye düşüp toprağa yükselmesi yeniden/ Ayna koparmak boyuna ayna koparmak güneşten/ Açık ve seçik bir fetih kılıçla yarılan güneşten/Senin şehrin benim şehrim ve hepimizin şehri/ Bir nehrin şehri ki bizi yıkamıştır ruh ve beden/İçimizde akmıştır gece ve gündüz demeden.” (5)

“Veliler Armağanı” Dicle

Adeta cennetten akan bu nehir, sanatçının çocukluk günlerinden çıkıp gelmiş de kıvrıla kıvrıla bilinmez bir geleceğe doğru süzülmüştür. Motorlu taşıtların yaygınlaşmadığı zamanların Diyarbekir’inde şehir merkezine eşeklerle kum taşınırken hayvanların ayaklarının kuma batıp çıkması eski bir gülümseme olur yapışır şairin yüzüne. “Yazın Dicle kıyılarındaki kuma/Gömülen eşekten daha çok ne var/Güldürecek çocukları.” Bu mutlu hatıra bir süre sonra nehre insani vasıfların verilmesini de sağlayacaktır. O, taşkınlıklarıyla insanları yıpratan bir doğa olayı değil başlı başına bir insandır adeta. Ağzı, gözü, kulağı, dili vardır. Hatta Türkiye’nin kafasıdır Dicle. Fırat ve Nil’den önce gelir. Zira bu nehir, İslam tarihinin en önemli şehrini, Bağdat’ı doğurur: “Dicle ki aşağılarda köpüklerinden/Bir şehir doğurmuş/Bağdat’tır bu senin ülken/Bağdat’tır bu kardeşim senin ülken.” Neredeyse bin yıldan beri Bağdat’a doğru akan bu nehir, “Peygamber armağanı, veliler armağanı” (7)dır.Üzerindeki manevi ağırlıkla Dicle, Mezopotamya’ya doğru ilerledikçe gürleşir, genişler nihayetinde Bağdat’ı inşa eder. Bu yeniden kurma faaliyeti adeta Ay’ı Dicle’ye düşürüp toprakta yükseltir. “Gök yaratılmadan önceki gökten”(8) haber veren Bağdat, bu büyük nehrin doğurduğu bir şehirdir. Öyle ki ondan aldığı güçle Müslüman coğrafyayı ruhen ve bedenen arındırır.Karakoç’a göre üzerine kurulan köprülerden daha da köprüdür nehrin kendisi. Zira o, tarihsel ve dinsel derinliğe sahip Diyarbakır ve Bağdat’ı birleştirir. Ona göre bu kutsal su ile ‘diriliş nesli Taha’ arasında büyük bir bağ vardır: “Taha’daki değişme böyle oldu/Emdi emdi de Dicle’yi/Bir çocuk nasıl emerse annedeki memeyi/Bütün bunlar iyi dedi.” (9) Zira geleceği müjdeleyen bu yeni nesil, Dicle tarafından emzirilmiş, bununla bir değişim ve dönüşüme girmiştir. Bu açıdan evladını besleyen bir annedir Dicle. Arındıran, geleceği tertemiz yeniden inşa eden kutsal bir anne. Doğurur, emzirir, öğretir, büyütür ve dirilişi başlatır. Medeniyet bir gün dirilecekse bu Dicle’nin sularında arındıktan sonradır.

“Gül Peygamber Muştusu”

Sanatçının şiirinde en güçlü tabiat unsurlarından biri de güldür. Sıklıkla Hz. Peygamber’den bugüne ulaşan bir koku, bir renk ve ahenk olarak şiire giren gül unsuru kimi zaman bir kadından yayılan ruhtur. “Saçlarını kimler için bölük bölük yapmışsın/Saçlarını ruhumun evliyalarınca örülen/Tarif edilmez güllerin yankısı gözlerin/Gözlerin kaç kişinin gözlerinde gezinir/Sen kaç köşeli yıldızsın.” Kimi zaman da bülbülün meftun olduğu, sanatın, edebiyatın ve hayatın içine bir muştu gibi düşen kutsal bir işarettir. “Kentin üst çizgisi gül çizgisi/Aralarında dolaşan/ Çaresiz dilsiz âşıklar/Kitabını kaybetmiş meczuplar/Konusu unutulmuş ağıt/Fabrika dumanlarında yanmış bir bülbül/Terk edilmiş bir çeşme/Perisiz ve yankısız.” Bu manevi hava gülün bizzat kendisinden bu zamana ve medeniyete yayılacaktır. Aslında sanatçıya göre bu devrin sorunu inanç duygusundan uzaklıktır. Hz. Muhammet örnekliğinden kopuştur. İşte şair için gül, bir kurtuluş gibi Peygamber döneminden bu devre inecektir. “Bir ülkü inecek bahçelere/Beton ölümler arasına sıkışmış/Ay verimli küçük parklara/Gül tarhları gelecek/Küçük parklara yeniden/Doğduğum kasabadan/Size bir mutluluk haberi gibi/Gül gelecek/Kıyamet demek gülün geri gelişi demek/Gül peygamber muştusu peygamber sesi/Doğunun açılan alınyazısı/Yırtılan kalbimin çile çiçeği.”Sezai Karakoç, şiirlerinde sıklıkla peygamberler dönemine vurgu yapar, onları medenileşmenin farklı evreleri olarak görür. Bunu anlatırken de çeşitli tabiat öğelerinden faydalanır. Gül bunlardan ilkidir. Ancak zeytin de gerek Kur’an-ı Kerim’de üzerine ant içilerek yüceltilmesi gerekse barışı, bolluğu, bereketi sembolize etmesi yönüyle kullanılır. “Sonra her şey çekildi yerli yerine/Bir çöl önünde/Yalnız kalan o peygamberdi/En umutsuzluk anıydı sanki/İsmail’in üstüne dönen bir bıçak saati/ Şit’in eteğinin göründüğü/Saklandığı zeytin içinde.” Çocukluğunun içinden çıkıp gelerek toplumsal travmaların yaşandığı yıllarda bir geçmiş zaman anısı gibi duran bahçeler de şair için bir hatırlayıştan çok daha fazlasıdır. O, mutsuzluklarını biraz da tabiatla iç içe büyüdüğü eski Diyarbakır günleriyle giderir. “O yıllar savaş yıllarıydı geceleri karartma/Gündüzleri fırın önlerinde birikirdi halk/Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark/Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri.” Sezai Karakoç Türk şiirinin kendine has duvarlarla inşa ettiği burcunda dururken, bir yanı güle, zeytine, kiraz ağacına, rüzgâra, dağa, ovaya, ormana bakar; bir yanı da tek başına Dicle’ye. Şairin sanatını var eden temel dinamikler içinde hatıraları önemli bir yer edinir. Onun için anı demek doğa demektir. Ana kadar doğurgan, su kadar arındırıcı, rüzgâr kadar ferahlatıcı, dağ kadar heybetli ama ille de gül kadar nağmeli…Bu yüzden Sezai Karakoç şiirini okumak, bir elinize medeniyeti, bir elinize tabiatı almak gibidir. 

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir