Fransız seyyah Charles Asselineau, L’Italie et Constantinople adlı eserinde: “İtiraf etmeliyim ki seyahat ettiğim şehirlere beni bağlayan edebî ilgidir: ‘Verone bir dram, Venedik bütün bir hikâyedir (…); İstanbul sonsuz bir hikâye, Turin hiçbir şey, Floransa kısa bir öykü, Sienne bir efsane, Trieste bir romandır” derken aslında şehre edebî özellikler yükler. Şehir ve edebiyat ilişkisi eskiden beri var olagelmiştir; zira edebiyat taşradan ziyade şehirde neşvünema bulmuştur. Bu çerçevede, kültür ikliminde birçok edebiyatçı yetiştiren Diyarbakır’ın, toprağında büyüyüp havasını soluyan şairlerden biri de Sezai Karakoç’tur. Karakoç, Diyarbakır’a epik ve mistik bir atmosfer katarak şehrin adeta destanını yazmıştır. Bu yazıda, Diyarbakır ve Dicle havzası kültürünün Karakoç’un şiirine yansımalarından söz edeceğiz.
Türk Şiirine Yeni Bir Alan: Kasaba Edebiyatı
Karakoç’un şiirlerinde önemli yer tutan coğrafya genelde bütün Ortadoğu ve İslam coğrafyasını; özelde ise Diyarbakır, Ergani ve çevresini kapsar. O, poetikasına ilham kaynağı olan şehrini çarpıcı ifadelerle şiirine taşırken, sanki Diyarbakır’a olan vefa borcunu ödemek istemiştir. Kendini ‘doğulu’, ‘güneyli’ olarak gören Karakoç’un şiirlerinde memle- ket imgesi, kan davası, tarla kavgaları, su anlaşmazlıkları, ‘kadın sanatı’ dediği Doğu’ya özgü kış hazırlıkları, ağır işler altında ezilen erkekleri, çarşı ve kahvehanelerden tabloları, annesine dair hatıraları, Dicle, Fırat Nehirleri, Dicle ilçesi ve Ergani ile Diyarbakır’a ait dinî ve coğrafi unsurlarla ortaya çıkar. Erdem Beyazıt’a göre bu hususları işlemekle Karakoç, Türk şiirine uçsuz bucaksız bir alan açmış; bir anlamda ‘kasaba edebiyatı’nı diriltmek istemiştir. Diyarbakır’ı ‘Diyarbekir’, ‘Amid’, ‘Kara Amid’, ‘şehir’ ve ‘o ülke’ gibi isimlerle anan Karakoç, Diyarbakır yerine Diyarbekir ifadesini kullanır. Diyarbakır ‘resmî ve soğuk’ bir anlam taşırken, Diyarbekir ‘samimi ve sıcak’tır. Diyarbakır ile ilgili imgelere zengin çağrışımlar yükleyen şairin şiirinde bu şehir, mistik ve metafizik bir dokuya sahiptir.
“Eski Kanatlar Ülkesi”
Karakoç’un Diyarbakır için kullandığı veciz ifadelerden biri, ‘eski kanatlar ülkesi’dir: Dicle’yle Fırat arasında İpekten sedirlerinde Kur’an okunan Açık pencerelerinden gül dolan Güneşin beyaz köpüklerinde yanmış Bir şehir bir eski kanatlar ülkesi (1)
Şair, ‘Dicle’yle Fırat arasında’ sözcükleriyle Diyarbakır’ın konumunun rastgele bir yerde olmadığını, şehrin verimli topraklar üzerine kurulduğunu vurgulamak ister. Mezopotamya’nın bereketli toprakları, çevresindeki kutsal mekânlarla birleşince mistik atmosfer kendiliğinden oluşur. ‘İpekten sedirlerinde Kur’an okunması’ halkın olduğu kadar Karakoç’un da düşünce iklimini etkilemiştir; ‘eski kanatlar ülkesi’ dizesiyle mekânın tarihsel derinliğine vurgu yaparak, dingin bir şehir çağrışımı oluşturmuştur.
Karakoç, şiirlerinde Diyarbakır’ın kutsal ve mistik tarafını anmakla yetinmez, şehrin tarihsel dokusunada işaret eder. Bazı dizelerde bir sanat tarihçisi özeniyle surlardaki ve cami duvarlarındaki kabartmalardan ve sembollerden söz eder. Hızırla Kırk Saat adlı şiirinde ‘yolculuk’ motifiyle aynı zamanda evrensel bir geleneğe, yani ‘Hızır Kıssası’na da yaslanmış olur. Söz konusu şiirden alınmış aşağıdaki dizelerde de, Diyarbakır’ın tarihine bir yolculuk yaparken değişik zaman katmanlarının havasını teneffüs ettirir ve bütün yerel unsurları gizemli bir atmosfere sokar:
Gündüzde bile/Bir toz var yaz yarasalarından/Bir akrep kabartması surlardan Asur’dan
Güneşi bir taş gibi fırlatan/Dicle’nin köpüklü dudaklarından/Dicle saralarından
Aslan başlı çeşmelerden/Taçlı güneşli aslan heykellerinden/Latin harfleriyle yazılmış
Kaç kitap gelmişse Bizans’tan/ Eriyecektir bakır gibi mahzenlerde/ Karartacaktır yapraklarını
Yükselen bir duman zamanı bodrumlardan. (2)
İyilik Merkezi İslam’ın Şehri: Diyarbakır
Karakoç, şiirlerinde ‘kent’ ve ‘şehir’i ayırır. Onun şirinde kent, daha ziyade Batı’nın soğuk yüzünü gösteren beton yapılardır. İlişkiler maddiyat üzerine inşa edildiği için, modernizm insana yaşattığı olumsuzlukları çağrıştırır. Bu nedenle Karakoç için itici ve tedirgin edici bir mekândır:
“Ey batıdaki mağaralar/Beni afyonunuz bağlasaydı da/Uyusaydım/Bu katı, bu sert kente gelmeseydim.” (3)
Batı’daki kentler mağaraya benzerken, İslam’ın yaşandığı şehirler “iyiliğin merkezi”dir. Geleneğin ve geçmişin yaşandığı sıcak ve samimi mekânlar olan şehirlerin, huzur veren ve sakinleştirici bir özelliği vardır. Bunun için Karakoç, Diyarbakır için ‘kent’ sözcüğünü kullanmaktan kaçınır.
“Ne tükenmez İslam’ın şehirleri/en büyüğünden en küçüğüne/Hangisini ansam eksik kalır/Sayılmaz güzellikleri iyilikleri” (4).
Kent, beton blokları ve sanayileşmeyi içerir, bu yüzden Batı’daki kentlerin çoğunun merkezinde fabrikalar vardır. Kentleşme bu maddi dünyayı temsil eden fabrikaların etrafında gelişip şekillenirken, şehir bir mabedin etrafında gelişir. Karakoç, şiirlerinde ‘İslam’ın şehirleri’ derken İstanbul’dan sonra en çok Diyarbakır’ı anar. Diyarbakır, Ulu Cami gibi bir mabedi merkezine almış İslam’ın ve Doğu’nun şehridir. Bu mabed şehre nefes verir ve onu manevi açıdan besler. Diyarbakır’ın sur içindeki mimarisi düşünüldüğünde, Ulu Cami’den şehrin en ücra köşesine kadar uzanan sokakların olması bundandır. Yani, Sur’da her yol Ulu Cami’ye çıkar. Diyarbakır şehri ile bu anlamda bir aidiyet kuran şair, “mana âlemine” giden yolu burada aralar.
Gülleriyle Zengin Şehir
Diyarbakır insanının sevincine ve tasasına ortak olan Karakoç, Gül Muştusu adlı uzun şiirinde, ‘bu ülke’ dediği Diyarbakır’ın panoramasını çizerken yoksulluk başat bir özelliktir:
“Göğsünü vakte geren yoksul ülke
Zenginliğini baharda çobanların kavallarında
Çocukların türkülerinde
İğde kokularında üzüm asmaların- da güllerde
Zengindir gülleriyle bu ülke her şeyden önce” (5)
Karakoç, “Doğunun açılan alınyazısı/Yırtılan kalbimin çile çiçeği” (6) dizelerinde olduğu gibi yoksulluğun yol açtığı acıları, en derin bir şekilde yüreğinde hisseder. Ancak kimseyi suçlamadan sadece duyumsatır. Bütün bu yoksulluk ve acılar içinde, kimseye veryansın etmez ve “Gül
saçarım düşmanıma bile” (7) der. Halk da ‘vakar’ içinde yoksulluğu kabullenmiştir. Yoksulluğu belirtir- ken kaotik bir söylem kullanmaz. Sanayileşme bağlamında az gelişmişliğe karşın Diyarbakır ve Dicle havzasının ‘doğallığını’ korumuş olması şaire teselli verir. Burası henüz bozulmamış otantik bir yerdir. Çobanların kavallarının susmamış olması, çocukların türkülerini hâlâ söyleyebilmeleri kültürel zenginliğin yozlaşmadığını gösterir. Maddi zenginliğin karşısına manevi zenginlik yerleşir. Doğduğu coğrafyada, insanların gönülleri gül ile açılır, gül ile kapanır. Karakoç, yoksulluğa rağmen yine de doğduğu coğrafyadan kaçmaz. Tam tersine inada varan bir duygu seliyle sahiplenir yurdunu ve tekrar dünyaya gelse burada doğmak istediğini belirtir:
“Develer çölde neyse geceleri
Ben de öyle saklarım anılarımda o ülkeyi
Bir kere daha doğsam orda doğa- rım elbet
Batsam orda batmak isterim
Bir güneş gibi” (8)
Gül Muştusu’nda doğduğu topraklar için ‘memleket’ ‘vatan’ sözcükleri yerine ‘ülke’ sözcüğünü tercih etmesi, ‘ülke’ sözcüğü zihinde daha gizemli ve epik çağrışımlar meydana getirdiği içindir. Karakoç, ‘ülke’ sözcüğünün ikinci anlamını tercih ederek, sözcüğün başına ‘o’ işaret zamirini koyar ve imgelem dünyasında geniş çağrışımlar oluşturmasını sağlar.
Köpüklerinden Bir Şehir Doğuran Nehir: Dicle
Sezai Karakoç’un şiirlerinde Diyarbakır ile birlikte andığı bir başka değer de Dicle Nehri’dir. Dicle, onun memleketine dair hatıralarının en önemli taşıyıcısıdır. Geçtiği toprakları suladığı gibi Karakoç’un düşünce evrenini de zenginleştirmiştir. Dicle, yakıp yıkan değil birleştirici ve inşa edici bir nehirdir.
Dicle’yi ‘Türkiye’nin kafası’ olarak niteleyen Karakoç, Bağdat ile Dicle’yi yan yana getirerek alışılmamış çağrışımlar tasarlar. Bin yıllardan beri Bağdat’a doğru akan Dicle, normal bir nehir imgesinden uzaklaşarak kutsal bir varlığa dönüşür ve “Peygamber armağanı, veliler armağanı” (9) özelliğini kazanır.
Fırat ve Nil ile beraber cennetten akan Dicle, Karakoç’un çocukluk anılarında silinmez bir şekilde yer edinmiştir. Motorlu taşıtların yaygınlaşmadığı yıllarda nehirden şehir merkezine eşeklerle kum taşınması ve bu eşeklerin ağır kumun etkisiyle kuma batmaları bütün çocukları güldürür:
“Yazın Dicle kıyılarındaki kuma Gömülen eşekten daha çok ne var Güldürecek çocukları.” (10)
Karakoç’un muhayyilesinde önemli bir yere sahip olan Dicle, bazı dizelerde kişileşerek ağzı, gözü, dudakları olan bir varlık olur. Dicle’nin önemini ve büyüklüğünü memleketinden uzaklaşınca anlayan Karakoç, ‘Alınyazısı’ şiirinde Dicle gibi bir nehrin önemini geç fark ettiği için hayıflanır. Dicle, artık onun dünya- sında hak ettiği yerdedir çünkü bu nehir, İslam tarihinin en önemli bir şehrini, Bağdat’ı doğurmuştur:
“Dicle ki aşağılarda köpüklerinden Bir şehir doğurmuş Bağdat’tır bu senin ülken Bağdat’tır bu kardeşim Senin ülken.” (11)
Dicle, Mezopotamya’ya doğru ilerledikçe gürleşir, genişler ve taşıdığı manevi unsurlarla Bağdat’ı inşa eder. Bağdat, ‘Ay’ın Dicle’ye düşüp toprağa yükselmesi’dir ve Diyarbakır surlarından, “Kara Amid kalesinden izler benekler” (12) taşıması bundandır. Dicle, Ortadoğu topraklarını sulayıp yeşerttiği gibi Bağdat da Dicle’den aldığı güç ve ilhamla burada yaşayanları manevi olarak besler; Müslüman coğrafyayı ruhen ve bedenen arındırır.
Sonuç olarak, yerli düşünce ve geleneğin ruhu Sezai Karakoç’un şiirinin bütününe kaynaklık ettiği gibi, memleket algısı da onun şiirinin önemli kaynaklarından biridir. Orijinali arama bağlamında Karakoç’un memleket duygusu güçlü kalmıştır. Doğduğu coğrafyayı işleme bakımından genel geçer kaideleri aşmış ve yeni ufuklar açmıştır. Böylelikle, memleketi ve ona dair unsurları bir medeniyet çerçevesinde değerlendiren Karakoç’un bu algısı ona güç ve güven vermiştir.
Hüseyin Yaşar