Eserlerini “Adem’in çocukları”na adayan ressam
15 yaşında Sivas’tan İstanbul’a geldi. Burada hayatını sürdürebilmek için serigrafi tekniğiyle yol tabelaları yaparak para kazandı. Farklı ressamlarla çalışarak, farklı tekniklerle tanıştı. Daha sonra Rusya’da bir akademide çalıştığı süre içinde klasik boyama tekniklerini öğrendi. Türkiye’de Ergin İnan, Hüsamettin Koçan, Mustafa Plevneli gibi önemli ressamlarla birlikte çalıştı, Semavi Eyice’den Bizans’ı öğrendi. Sosyoloji, tarih okumaları kendisini araştırma yapmaya, keşfetmeye yönlendirdi. Hâlâ okuyor, araştırıyor, müze geziyor…
Çoğu yurtdışında 300’den fazla sergi açmış bir sanatçı olarak Ressam İsmailAcar olma yolunda dönüm noktanız nedir?
Dönüm noktası olarak iki şey söyleyebilirim. Birincisi Güzel Sanatlar Fakültesine girmeye karar vermem ki aslında psikoloji okumak için İstanbul’a gelmiştim. İkincisi de Londra’da, Nasyonel Galeri’de (National Gallery Londra) Bosnalı çocuklar yararına açtığım sergi. Bu sergimde eserlerimin tamamının satılması ve koleksiyonerlerin eserlerime önem vermesi… Bunlar bence önemli dönüm noktaları. Belki 1998’deki Ayasofya Sergisi ya da 2005’deki Venedik Bianeli’ni de bu dönüm noktalarına ilave edebilirim.
Topluma ait değerler size ilham verirken, değerlerin değişmesi eserlerinize yansıyor mu? Bir ressam toplumsal değişimi eserlerine nasıl yansıtır?
Toplumsal değişiklikler elbette sanatçıları etkiler. Savaş koşulları, refah seviyesinin değişimi, yaşanılan coğrafik bölge, tarihi geçmiş sanatçıyı mutlaka etkiler. Sanatçı gözlemcidir. O ana, o zamana, o mekana göre yaptığı tüm gözlemlerden etkilenir. Toplum değişirse sanatçı da ona göre yeni gözlemler, yeni yorumlar ekleyebilir eserlerine.
Sokakları, bununla paralel olarak insanı, yaşanmışlıkları önemseyen bir sanatçı olarak Diyarbakır için neler söylemek istersiniz?
Beni coğrafya çok etkiliyor. Özellikle Türkiye’nin doğusu, batısı, güneyi ve kuzeyi. Bu noktalar özellikle kültürel geçiş alanları olduğu gibi burada yaşayan insanlar da bu geçiş alanlarına ruh katan özneler. Birden fazla ülkenin kültürüyle birlikte birçok etnik kültürü yansıtıyorlar. Özellikle Diyarbakır binlerce yıllık bir geçmişe sahip, çok kültürlü bir bölge üzerine kurulu. Gelenekler, hikâye anlatma kültürü, folkloru ve de mutfağı… Bu anlamda Diyarbakır beni pek çok yönüyle etkiliyor.
Diyarbakır’ı bir renk ile ifade etseniz bu hangi renk olurdu?
Diyarbakır bana göre yeşil yapraklı bir dalın ucundaki, kırmızı bir lalenin içindeki sapsarı tohumların rengi ya da sarı yeşil çizgili, içi kan kırmızı bir karpuzun rengi. Bu anlamda Diyarbakır bana göre tek bir renktense birkaç renkten oluşan çok renkliliğin, çok kültürlülüğün bir sembolü. Çok özel bir coğrafya… Orayı tek bir renkle ifade etmek eksik olur.
Diyarbakır Sur Kültür Yolu Festivali’nde eserlerinizin sergilenmesinin sizin için anlamı nedir, duygularınızı bizimle paylaşabilir misiniz?
Sur Kültür Yolu Festivali, Sayın Kültür Bakan Yardımcımız Ahmet Misvak Demircan’ın davetleriyle iştirak ettiğimiz bir etkinlik. Tabii Suriçi çok özel bir bölge. Çok kültürlülüğü anlatan bir bölge, farklı zamanları anlatan bir bölge. Bu anlamda da bizim için önemi; ülkenin batısından doğusuna bir adım daha atmak, batıdan doğuya bir selam, bir el uzatmak ve biraz da bu bölgeyle ilgili gözlemler yapmak. Batı’daki ve dünyanın farklı yerlerindeki gözlemlerimizi, fikirlerimizi de bu bölgeyle paylaşmak.
Çalışma temalarınızı nasıl belirliyorsunuz?
Çalışma temam aslında Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayı’nda yaptığımız ‘Nuh Sergisi’nin bir devamı. Çünkü bu tema, bütün insanlığı ilgilendiren bir tema. Hem ülkemizi hem dünyayı ifade eden, geçmişi ve geleceği kapsayan bir tema. Dolayısıyla yine “Adem’in çocuklarına adanmış bir sergi” diyeceğiz buna. Çünkü bir anlamda bir bütünü, birlikteliği, hoş görüyü, çok kültürlülüğü anlatan bir sergi.
Eserleriniz bir tarihsel hafızayı da içeriyor. Diyarbakır da Mezopotamya sınırları içerisinde olmasından dolayı aslında önemli bir insanlık tarihi hafızası. Sergiler, festivaller bu toplumsal-tarihsel hafıza için ne ifade diyor?
Toplumsal hafıza çok önemli bir kavram. Nasıl ki insanın gen haritası belli olduğu zaman onun sağlığıyla ve geleceğiyle ilgili doğru teşhisler koyabiliyorsanız, toplumlar için de bir bakıma daha önce orada yaşayan uluslar, medeniyetler onların geleceğine ışık tutabiliyor. Bu anlamda ben de geçmişten gelen birikimleri ve kendi gözlemlerimle ortaya koyduğum bu çerçevedeki kavramları bir sergi mekanında buluşturacağım izleyiciyle.
Bu tür festivaller aslında farklı coğrafyalardaki düşünceleri, fikirleri, estetiği ve güzellikleri diğer coğrafyalara taşıyor. Farklı coğrafyalardaki sanatçıların o coğrafya hakkında bilgi sahibi olmasını sağlıyor ve birlikteliği, sanat ve kültür aracılığıyla güçlendiriyor. Bu anlamda festivallerin ve kültürel etkinliklerin önemi çok büyük.
‘Love of İslam’ Projesi ile bir dinin yanında 1100 yıllık bir kültürü de eserlerinize yansıtmış oldunuz. Bu çerçevede ön yargılar sanata nasıl yansıyor, sanatın ön yargıları yıkma konusunda önemi, farkı nedir?
Sanatçı aslında tüm ön yargılardan kurtulmuş, olaylara olabildiğince bağımsız ve özgür bakabilen kişidir. ‘Love of Islam’ serisi de bir anlamda bize anlatılan, ifade edilen birçok kavrama yeniden ayna tutan bir platform. İslam kültürü ve sanatı 1100 yıldır Türklerin kültür ve sanatının tamamını kapsar. İslam, Türkler için sadece bir din değil, aynı zamanda Türklerin kültürüdür de. Dolayısıyla bu platformda olaya daha açık, farklı bir bakış açısı getiren bütün medeniyetlerin bir silsile olarak birbirinin devamı olduğunu unutmayalım. Aynı dünya üzerinde hepimizin özgür ve kardeşçe ve diğerinin alanına saygı duyarak yaşamamız gerektiğini gösteren, Adem’den bugüne tüm birikimleri ve ortak paydaları açığa çıkaran bir tema aslına bakarsanız ‘Love of Islam’ serisi.
Röportaj: Fatma Gedikoğlu