Hasretî’nin Kahvehanesi’ne hasret olmak -5.Sayı

Kahvehaneleri edebiyatın, tiyatronun, müziğin canlandığı, geliştiği mekanlar olarak düşünmek bugün hayal gücümüzü epey zorlasa da on altıncı yüzyıldan yirminci yüzyılın ortalarına dek manzara tam da böyleydi. İstanbul’da ve Anadolu’nun birçok şehrinde insanlar akşamın geç vaktinde kahvehaneden çıktıklarında dinledikleri yeni bir şiirle, kadim bir masalla ya da dertli bir türkünün nağmeleriyle dönerlerdi evlerine. O şehirlerden biri de Diyarbakır’dı elbette. Ancak buraya bir virgül koyup, şehirde eski kahvehanelerin edebiyata ve sanata etkisinden söz etmeden önce, kahvenin bir içecek olarak keşfedildiği heyecanlı günlere dönmeliyiz. Çünkü hikaye bir kahve çekirdeğiyle başlıyor. Keyif veren ama sarhoş etmeyen aksine uyarıcı oluşuyla zihinsel aktivitelere izin veren ve kokusuyla baş döndüren kahvenin anavatanının Etiyopya olduğu biliniyor. Ancak, meselenin özüne varanlar Araplar oldu, bugün içtiğimiz sabah kahvelerini, kahve çekirdeğini kavuran ve ondan bir içecek olarak yararlanmayı başaran Arap dünyasına borçluyuz. Halep’te, Kahire’de ve İstanbul’da kahvenin vazgeçilmez bir içecek olarak baştacı edildiği dönemde, Avrupa, Doğu’da dikkate değer ‘siyah bir içecek’ olduğuna dair haberlerle yetiniyordu. Bu siyah içeceğin Türkler eliyle Avrupa topraklarına taşınması apayrı bir mevzu. Kaldı ki konumuz kahvenin değil ‘bir edebi mekân olarak’ kahvehanelerin serüveni…

Hem gösteri alanı, hem buluşma yeri

Bugün baktığımızda, ilk örnek- lerine on altıncı yüzyılın başında Mekke’de, Kahire’de, Şam’da ve aynı yüzyılın ortasında İstanbul’da rastlanan kahvehanelerin açılması ve kendi geleneğini oluşturması öyle anlaşılır ve hatta kaçınılmaz görünüyor ki! Kahve hareketlere canlılık, ruha neşe veren kıpır kıpır enerjisiyle yalnızca eve ait kalamazdı. İnsanlar çok geçmeden kendilerini dışarıda bir mekânda bir fincan kahve etrafında şekillenen sohbetlerin ortasında buldular. Arap, İran ya da Türk-Osmanlı dünyasında bu mekânların, gündelik yaşam alışkanlıklarıyla biçimlendiği söylenebilir, bir başka deyişle, evlerdeki sedirler, kahve- hanelere taşınmıştır ve sedirlerle birlikte sohbetler de… Ancak kahvehane sohbetleri, uzun kış akşamlarında hatırlı kişilerin konağında yapılanlara daha yakındır hatta biraz daha fazlasıdır. Çünkü kahvehaneler meziyetlerin sergilendiği bir sahneye benzer daha çok. Hikaye anlatıcıları, şairler, karagöz oynatıcıları, müzisyenler kendilerini orada gösterir, acemiler orada olgunlaşır, fırından yeni çıkmış bir dörtlük ilk onayını ya da eleştirisini orada alır. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda hatta yirminci yüzyılın ortasına dek Arap ülkelerinde ve Türkiye’de canlı halk edebiyatının üretim ve sergilenme yerine dönüşmeyen kahvehane yok gibidir. Diyarbakır kahvehanelerini ve kıraathanelerini de işte bu bağlamda ele almak gerekir. Çünkü onlar, yalnız sosyalleşme mekânları değil, âşıklar, zarif dervişler, arifler ve şairler için bir buluşma yeriydi.

Hasreti’nin Kahvehanesi

Osmanlı coğrafyasının önemli bir kültür merkezi olan Diyarbakır’da çok sayıda şair, musikişinas ve mütefekkir yetişmiş, bu şahsiyetlerin bir araya gelip toplanması ile zaman içerisinde çeşitli sanatların icra edildiği edebî muhitler oluşmuştu. Şöhreti günümüze kadar ulaşan bu muhitler arasında, sahibinin adıyla ya da bulunduğu mevkiyle anılan kahvehaneleri ve kıraathaneleri görebiliriz. Bu mekanlarda Hz. Ali Cenkleri, Battal Gazi hikâyeleri ve Siretü’n-Nebi okunur, saz şairlerinin koşmaları ve divan şairlerinin gazelleri dinlenirdi. Diyarbakır’da herkes, esnaf kahvehaneleri, âşık kahvehaneleri, semai kahvehaneleri ya da meddah kıraathaneleri gibi kendi meşrebine uygun bir kahvehane bulabilirdi. 

Diyarbakır kahvehaneleri en itibarlı günlerini 1800’lerin ortasında yaşadı. O dönemde ‘Hasreti’nin Kahvehanesi’ şehrin en şöhretli edebî mahfiliydi. Cumhuriyet sonrası klasik kahvehane ve kıraathane geleneği bir süre daha devam etti ancak bugün ne o kahvehanelerden ne de geleneğin taşıyıcısı isimlerden bir ize rastlamak mümkün.

Ancak bunlardan bazıları diğerlerinden daha şöhretliydi. Ali Emirî’nin Tezkire-i Şuara-yı Amid adlı eserine göre, şehirdeki en eski kahvehane 1776 yılında açılan ‘Hasretî’nin Kahvehanesi’ydi. Ümmi bir şair olmasına rağmen çok mevzun gazeller söyleyen Hasretî, ayrıca pek çok üstadın kelam-ı kibarını ezbere bildiğinden kendisini dinleyenler, medresede ders okumuş birini dinlediklerini zannederdi. Hasretî’nin Kahvehanesi açıldıktan kısa bir zaman sonra şehirde sanat ve edebiyatın bütün canlılığıyla icra edildiği bir merkeze dönüşmüştü. Özellikle kış gecelerinde müdavimlerine, Ebu Müslim, Teberdar, Battal Gazi Destanı, Kan Kal’ası gibi manzum ve mensur eserleri dinleme imkanı sunan Hasretî’nin Kahvehanesi, gündüz ziyaretçilerine ise daha bireysel alanlar sunuyordu. ‘Şaşadar nargile marpucunu ellerinde tutmuş, kehrübalı çubuğunu meydana uzatmış, kahve fincanını ağzına yanaştırmış, muhasebe ve müşaare ile meşgul olan adamlar’ gündüzün ışığı altında ihtimal ki daha dünyevi konularla ilgiliydi. Ali Emirî, Hasretî’nin, kahvehanenin yanında bir de aşevi bulundurduğunu ve yemeğini yiyenlerin, daha sonra kahve içmeye geçtiklerini kaydeder.

Hasretî yüksek bir mahalde otururdu

Hasretî’nin Kahvehanesini hatır- layanlardan biri de Şair Şaban Kâmi Efendi’dir. Onun anıları, kahvehanenin o günlerdeki manzarasını gözümüzde canlandırmamızı kolaylaştırır; “Gençliğimde Hasretî’nin fevkalade meşhur kahvesine gitmiş idim. Tıklım tıklım dolu idi. Bazı akrabalar ile Tahtakale civarındaki kahvehanesine bir gece gittim. Filhakika öyle dolmuş idi ki mümkün olsa gelen müşteriler tavana yapışacaklardı. Hasretî, arkasında çukadan bir elbise olduğu ve güler bir çehreye malik bulunduğu halde yüksek bir mahalde oturmuştu. Ortada dönen hizmetçilerden başka birkaç hizmetçi de emrine muntazır bir surette duruyordu. Çıraklar bir müşteriden uzak bulunur, sözünü işitmez, işaretini görmez ise karşısında müheyya duranlardan birini gönderir derhal müşterinin isteğini yerine getirtirdi. Kendisi daima mevkiinde sabit fakat başı ve gözleri her tarafa müteveccih ve nazır idi.” 

Hasretî’nin vefatından sonra kıraathane önce oğlu Ruhsatî’nin, 1854’ten sonra da Hacı Civan’ın yönetimine geçti. Kahvehane elbette Hasretî’nin adıyla şöhret bulmuştu, edebiyat ehli onun şahsiyeti etrafında toplanmıştı ancak Diyarbakır’ın meşhur saz şairlerinden biri olan Hacı Civan’ın da geleneği devam ettirme hususunda gayet başarılı olduğunu söylemek gerekir. Ali Emirî Efendi, tezkiresinde küçük yaşlarda tanıdığı Hacı Civan hakkında şunları yazmıştır: “Kahvehanelerde muamma, lügaz tertip eden ve lisan-ı milli üzre söz söyleyen ümmi şuaramızın seramedanındandır. Tecnis, mani, maye, koşma tabir olunan vadilerde tekellüften müberra ve de sade sözlerinin ekserisi hoşayendedir.” Muamma (manzum bilmece) çözümündeki ustalığıyla nam salan Hacı Civan’ın düzenlenen yarışmalardan para kazandığı da bilinir.

Kahvehaneler değişirken…

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kahvehanelerde hem sohbet mevzularının hem de iç mekân tasarımının değiştiği görülür. Kerevetler gitmiş, masa ve sandalyeler gelmiş, Hz. Ali Cenklerinin, Battal Gazi Destanlarının ya da muamma çözümü yarışmalarının yerini sosyal ve siyasal meselelere dair tartışmalar almıştır. Ancak yine de şehirdeki kıraathanelerin bazıları eski günlerdeki gibi birer edebî mahfil olmaya devam edegelmişlerdir. Bu döneme ilişkin kaynaklar, Diyarbakır kahvehaneleri ve kıraathanelerinin saygın mekânlar olduğunu, buralara devam eden müşterilerin kılık kıyafetlerine oldukça özen gösterdiklerini söyler. Ramazan gecelerinde Leyla ile Mecnun, Ferhad ile Şirin hikayelerinin okunduğu, masalların anlatıldığı kıraathanelere kimi zaman dengbejler de uğrar ve arbane eşliğinde ünlü destanları yanık sesleriyle okurlardı. Mehmet Mercan ‘Diyarbakır Türküsü’ adlı kitabında Cumhuriyet dönemi kıraathanelerinin en meşhurlarından bazılarını şöyle sıralar; Balıkçılarbaşı’na yakın Terakki Kıraathanesi, Çulcular Çarşısı’ndaki Havuzlu Kahve, Ulu Cami yakınındaki Fethi Acet, Afganlı Hacı ve Ali Çavuş’un çayhaneleri, Mardin Kapı’da Abbas’ın Kıraathanesi, Çarşı Karakolu köşesinde Şafak Kıraathanesi ve Sahneli Dicle Kıraathanesi…

Bugün Diyarbakır’da kimi çayhanelerde musikişinaslar toplanmaya, Diyarbakır türküleri söyleyip kendi yazdıkları şiirlerden dörtlükler okumaya devam etse de ne Cumhuriyet öncesi ne de sonrasındaki kahve- hane ve kıraathane geleneğinden bir ize rastlanabilir artık. Adı hâlâ dillerde olan Celal Güzelses, sesinin gücüyle bakır bardakların titreyip yere düşmesine sebep olan Ateşoğlu Ömer gibi isimler bir hayalden ve Hasretî’nin ya da Hacı Civan’ın kahvehaneleri hoş bir hatıradan ibaret artık.

 

                                                                                                                                                                                                                                                                Nihan İnci Gültekin

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir