Erganili Kavalcı Zülfo hakkında o kadar az malumat var ki elimizde, gerçekte böyle biri olmadığı konusunda şüpheye kapılacağız handiyse. Onu görenler var tabii, konuşmuş olanlar ve efsanevi kavalını dinleyenler… Ama birileri ona dair konuştuğunda bir hayali kişiyi, bu dünyadan gelip geçmiş bir gölgeyi, mitolojik bir kahramanı anlatır gibidir. Söz, kaval çalışına geldiğinde hele, ifadeler hep yetersiz kalır, kelimeleri yerli yerine oturtmak bir çırpınışı andırır. O, kavalını üflediğinde duygular öyle inişli çıkışlıdır ki, çölleri, kum fırtınalarını, narin bir kelebeğin kanat vuruşlarını, Dicle ve Fırat kıyısında yapılmış savaşları, at kişnemelerini, ılık meltemleri ve sert poyrazları aynı anda hisseder dinleyenler. Kavalcı Zülfo’yu tanıyıp bilen herkesin hemfikir olduğu üç kelime vardır yine de; yalnızlık, gurbet ve hüzün…
Asıl adının Zülkif Yokuş olduğu, 1912 yılının Temmuz ayında Ergani’ye bağlı Birsin Köyü’nde doğduğu ve 15 Mayıs 1995’te Ergani’de vefat ettiği biliniyor. Cumhuriyet öncesinde Güneydoğu’nun bir köyünü ve o köyün tek gözlü, yoksul ve kalabalık evlerini tahayyül etmek zor olmasa gerek, ama Zülkif’in ne vakit o köyden çıkıp Ergani’ye geldiğini, kaval çalmayı kimden öğrendiğini, köyünde koyunlara kaval çalıp çalmadığını ve gözlerinin ne zaman, nasıl kör olduğunu hiç bilemeyeceğiz. İnsanların fiziksel kusurlarının bir lakap gibi üzerlerine yapıştığı hemen her Anadolu kasabasında olduğu gibi Ergani’de de Zülkif, ‘Kör Zülkif’ olarak bilinir. Bazen de ‘Hafız Zülkif’tir ve bu lakabı neden aldığı da onun hakkındaki çoğu şey gibi sırdır.
‘Bozkır’da Vivaldi’ Kavalcı Zülfo’yu en yakından tanıyan, mekanların da bir ruhu varsa şayet, Ergani Tren İstasyonu olmalı… İyice yaşlanıp, gariban evindeki mukavvadan yatağı üzerine kıvrılana kadar hep o istasyonda, tren rayları boyunca kaval çaldı Zülfo. İstasyon çalışanları, makinistler, peronda tren bekleyenler ya da Ergani’den geçerken vagonlarda oturan kadınlar, erkekler, camlardan sarkan çocuklar da onu tanırdı. Onu ve elindeki bakır tası, üç beş kuruş atsınlar diye yolculara uzatan küçük kızını… Yılmaz Güney, ‘Sürü’ filminin bir kıyısına oturtmuştur demir rayların kıyısında müzikli bir yürüyüş tutturan bu babayla kızı. Filmde, daha genç, takım elbiseli biridir Kavalcı Zülfo ama onu çocukluk günlerinden bu yana görüp bilenler bambaşka bir portre çizerler. Bu anlamda elimizdeki en güvenilir kaynaklardan biri Dicle Öğretmen Okulu’nda okuyan Osman Şahin’in, hem sıradışı müzik öğretmenini hem de Kavalcı Zülfo’yu anlattığı ‘Bozkırda Vivaldi’ hikâyesidir. Kavalcı Zülfo’yu her Erganili çocuk gibi tren istasyonunda sıklıkla gören ama onun değerini sonradan anlayan Şahin, hikâye boyunca ‘kıymeti bilinmemiş bir halk sanatçısının’ hakkını teslim etme çabası içindedir. “Zülküf Baba kör bir dilenciydi” diye başlar onu tasvir etmeye. Kasaba halkının gözünde evet Zülkif Yokuş, bir dilenciden öte değildir ama bugün bakıldığında o, kavalıyla hayatını kazanan bir sokak müzisyenidir pekâlâ. Osman Şahin ustaca betimlemelerine şöyle devam eder; “Tren boylarını kavalıyla türküleyen biriydi. İri yarı olmasına karşın bir adım önünü göremezdi. Çok da yaş- lıydı. Üstüne bastığı toprakların bel ki de en kocamış kişisiydi. İri yarı, uzun yüzlü, gür destansı sakallıydı. Yüzünde derin oyulmuş çizgileriyle Çayönü’ndeki Asur kabartmalarından çıkıp gelmiş gibiydi. Kalın abası, yün ve kıl yamalarla ağırlaşmış şalvarı, sıvaları dökülmüş akmış eski sur taşlarından farksızdı. ”
Hikâye sayesinde, ‘Zülküf Baba’nın sanatını icra ederken nasıl göründüğünü de zihnimizde kolaylıkla canlandırabiliriz; “Kavalına üfleyişi anlaşılmaz, büyülü, bir garipti. İnsanın ötelerine dokunan bir duygudaydı. Kavalının sesi yalnızlık kokar, gurbeti, acıyı, kederi çağrıştırırdı. Üflerken boynunu ök- süz, dokunaklı bir duruşla sol yanına doğru yıkar, görmeyen gözlerini gören bir insanın duyarlığıyla yumardı… Hızlanan trenin ritmine uygun, oynak, tiz havalar çalarak bir kez – Yaşar Kemal de, Mualla Eyüboğlu’na yazdığı bir mektupta: “Ergani İstasyonu’nda âmâ bir ihtiyar, çocuğu elinden tutmuştu, trene kaval çaldı.” Zülfo’nun kavalından “Ben ömrümde böyle harika bir ses duymadım” diye bahseder.- olsun yüzlerini göremediği, yalnızca seslerini duyabildiği yolcularını coşturur, uğurlardı. Yolcular da o ara el sallarlardı ona.” Hikâyenin vurucu kısmı, o yıllarda Dicle Öğretmen Okulu’ndaki öğrencilerine Beethoven, Vivaldi ve Brahms dinleterek klasik müzik zevki aşılamaya çalışan müzik öğretmeni Mustafa Kurtdemir’in okula Kavalcı Zülfo’yu davet ettiği günle ilgilidir aslında. Yakasında hep kırmızı bir ipek mendil taşıyan takım elbiseli, zarif öğretmen, çocukların ‘Bozkır istasyonun kör dilencisi’ diye burun kıvırdığı kaba saba bir adamla el ele tutuşmuş sahnede durmaktadır. Mustafa Kurtdemir’in niyeti, öğrencilerinin Kavalcı Zülfo’yu hakikat gözüyle görmeleridir. “Onun çalıp üflediği havaları hiçbir yerde duymadım” diye başlar söze. Ne ilginçtir ki,
O gün, bir saat boyunca kavalına üfleyen Zülfo’yu ayakta alkışlar öğrenciler ve hayatında ilk kez alkışlandığı için olsa gerek, sahneden göz yaşları içinde iner Kavalcı Zülfo. Kavalcı Zülfo’nun fakirhanesi Osman Şahin’in ‘iri yarı, kaba saba’ biri olarak hatırladığı Zülkif Yokuş’u, Ergani Bağür Mahallesi’ndeki kapı komşusu Ali Hasan ‘kısa boylu’ diye tanımlar. Neyse ki Ergani Lisesi öğretmenlerinden Mahmut Yücel’in çektiği fotoğraflar vardır elimizde de Kavalcı Zülfo’nun 1993 yılında 81 yaşındayken bile uzun boylu bir adam olduğunu görebiliriz. O dönem yayımlanan Gündem Gazetesi’ne ‘Ergani’de Bir Vivaldi’ başlıklı bir de yazı yazan Mahmut Yücel, bu fotoğrafların hikâyesini şöyle aktarır: “Bir bahar günü Hıdıran Köyü’nden rahmetli Ramazan Evren Hoca ile kahvede oturuyorduk. Konu, Kavalcı Hafız Zülfo’dan açıldı. Hoca, Hafız’ın evini bildiğini söyledi. Ramazan Hoca ile kalkıp Hafız’ın evine gittik. Hafız, evdeydi, bizi eve aldı: Tek oda, toprak damlı bir ev… O anda ikimizin içinde vaveyla koptu, yoksulluk ve yalnızlığın sırtımıza yüklediği yükü, acıyı, dertleri, kederleri, kahırları hatırladık. Hafız’ı çok az konuşturabildik ve deklanşöre bastık. İki sene sonra Hafız, hayatın önüne çıkardığı bütün yokuşları aşıp göçtü aramızdan.”
"Ergani Tren İstasyonu’nda gelenleri, gidenleri büyülü bir kaval sesiyle karşılayan ve uğurlayan Kavalcı Zülfo (Zülkif Yokuş) kimileri için ‘kör bir dilenci’ydi kimileri için de kıymeti bilinmemiş bir halk sanatçısı. 90’lı yıllarda yolu o istasyona düşen herkes, tren rayları boyunca kaval çalarak yürüyen bu adamı tanırdı. Onun sesi; gurbetin, hüznün, yalnızlığın ve ayrılığın sesiydi."
Kavalı müzede ama sesi nerede? İhtimal ki, bu yazıyı okurken Zülfo’nun kavalını dinlemek isteyecek okurlar internette hiçbir kayda ulaşamayınca hayal kırıklığı yaşayacaklar. Yılmaz Odabaşı, ‘Sevginin Herkesten Şikayeti Var’ adlı kitabında bir kasetten söz eder; “Diyarbakır’ın Mardinkapı semtine koÿ lerden getirilip stud̈ yosuz, bandrolsuz̈ ur̈ etilen dengbêj kasetlerinden birkaç tane almıştım. Aldıklarım arasında uz̈ erinde ca̧lanın adı sanı belirtilmeyen bir de kaval kaseti vardı. Kaseti kasetçalara koyup, ezgilerinin nasıl doğaçtan ve yürek paralayıcı olduğunu düşünerek kasetin bütününü dinlemek için ayaklarımı keyifle uzattığımda, bitişik odadan anamın hıçkırıklarını duyarak kalkıp yanına gittim. Anam hiçbir açıklama yapmıyor, sadece ağlıyordu.” Annesi kan çanağı gözleriyle, hıçkırarak anlatır sonra Odabaşı’na: “Ben bu kavalı tam 28 yıl önce Ergani demiryolunda dinlemiştim. Bu Kör Zülfo’nun kavalıdır oğlum. O yıllar baban Dicle İlköğretmen Okulu’nu yeni bitirmiş, tayini Konya’nın bir Çerkez köyüne çıkmıştı. Kucağımda sen ve yükümüz bir kat yataktı. Hayatımda ilk kez köyümden çıkıp uzaklara gidiyordum.”
Kavalcı Zülfo’ya ait bu kaseti kim ne zaman nerede doldurdu, birilerinin evinde, kör odalara, çatı katlarına atılmış mukavva kutular içinde hâlâ duruyor mudur bilemeyiz. Ama hiç değilse, bütün hayatı soyadı gibi ‘yokuş’a sürülmüş ve perdelerle gölgelenmiş Zülkif Yokuş’un kavalının Diyarbakır Kent Müzesi’nde olduğundan eminiz. Müze Müdürü Ercan Alpay, 2012-2015 yılları arasında kent müzesinin kuruluş aşamasında ‘Diyarbakır’da Müzik’ temasına uygun objeler aramaktadır. Konuyla ilgili görüştüğü hemen herkes ağız birliği etmişçesine, üflemeli saz yapımında meşhur Nişo Usta’dan ve yaptığı kavallardan bahseder. Söz konusu Diyarbakır müziği ise yurtdışında bile tanınan bu ustanın kavallarından biri müzede mutlaka teşhir edilmelidir. Ancak ne ki Nişo Usta’nın yaptığı bir kavala ulaşmak o kadar kolay olmaz. 1970’lerde İstanbul’a göçen usta, 80’lerde ölmüştür ve onun kavallarından birine sahip olan kişi de bu kavalı müzeye satmaya ya da hibe etmeye yanaşmamaktadır.
Müzenin açılışına az bir zaman kala, Diyarbakır müziği üzerine çalışan müze uzmanı Zeynep Yaş heyecanla müze müdürü Ercan Alpay’ı arar ve Bağlar İlçesi’ndeki bir berberin elinde Nişo’nun kavalı olduğunu söyler. Alpay o heyecanlı günü şöyle anlatıyor; “ Zeynep’le birlikte söz konusu berbere gittik. Küçücük, sokak arası bir dükkândı. Hamza Ayna isimli berber bizi neşeli bir yüzle karşıladı. Kendimizi tanıtıp çalışmalarımızdan bahsettik. Bu kavalın Diyarbakır Kent Müzesi koleksiyonu için önemli bir parça olduğunu, müzemize satabileceğini ya da hibe edebileceğini söyledik. Hamza Ayna, ‘Diyarbakır’da müze kuruluyorsa bir Diyarbakırlı olarak kavalı satmam ayıp olur’ dedi. Onun bu sözü bizi çok etkiledi.” Berber Hamza, kavalı Ergani Tren İstasyonu’nda kaval çalarak geçinen Hafız Zülfo’dan almıştı. Nişo Usta’nın ellerinden çıkma bir kavalı Bugün Diyarbakır Kent Müzesi’nde sergilenen Nişo Usta’nın yapıp Zülkif Yokuş’un çaldığı kavalı arayan Diyarbakır Kent Müzesi, ismi artık bir efsaneye dönüşen Kavalcı Zülfo’ya da ulaşmıştı ki o yörede bir kaval arayış hikâyesinde yolların, kavalı en iyi yapan ve onu en iyi icra eden iki ustaya çıkması oldukça manidardı. Bugün o kavalın sesini artık duyamayacak olsak da bir müze vitrininde Nişo Usta’nın yetenekli ellerinin ve Hafız Zülkif’in dokunaklı çalışının yansımasını görebiliriz.
Ülkü Özel
KAYNAKÇA
Tûbâ Çandar, Hitit Güneşi Mualla Eyuboğlu Anhegger, İstanbul: Doğan Kitap, 2003.
Osman Şahin, “Bozkırda Vivaldi”, Ay Bazen Mavidir, İstanbul: Cem Yayınevi, 1989.
Yılmaz Odabaşı, Sevginin Herkesten Şikâyeti Var, İstanbul: Alfa Yayınları, 2002.