Diyarbakırlılar sıcak yaz günlerinde, şehirden biraz uzaklaşır ve kendilerini bir sahil kasabasında bulurlar. ‘Sahil kasabası’ deyince, duvarları beyaz, kapıları mavi boyalı evleriyle Akdeniz kıyılarını hatırladınız haklı olarak ve evet, Güneydoğu’da böyle bir kasabaya dair herhangi bir çağrışım uyanmadı zihninizde. Eğil’i tanımıyorsunuz çünkü, onun beyaz badanalı evlerini, masmavi gölünü, göl kıyısına demir atmış teknelerini hiç görmediniz. Bu yazı sizi Eğil’e götürsün o zaman, suyun ferahlığına değil yalnız, görkemli bir tarihe ve uhrevi bir atmosfere de…
Diyarbakır’dan çıkıp Eğil’e doğru yol alırken bir plato gibi yayılan Karacadağ’ın volkanik taşlarını görürsünüz, sağlı sollu uzanan buğday tarlalarını, badem ve nar ağaçlarını ve yamaçlara serpiştirilmiş gibi duran koyun sürülerini… Yol kısa sürer, yarım saatten biraz fazla, döne kıvrılara ilerlerken Eğil, bir anda, düzlükte bir yerde değil ama, yokuşun öte yanında, beyaz evleri, beyaz dükkanları ve beyaz camisiyle bir tablo gibi belirir. Bu ilk görüş insana, temizlik, ferahlık ve sükûnet hissi verir ancak ne zaman ki ilçeye varırsınız o zaman sükûnet yerini heybetli şeyler karşısında duyulan ve insanda ceketini ilikleyip şapkasını çıkarma arzusu uyandıran bir hayranlığa bırakır. Eğil Kalesi bütün azametiyle yanıbaşınızda yükselmektedir. Çünkü ve her kale gibi ziyaretçiler tarafından yeniden ve yeniden fethedilmeyi beklemektedir.
Kale, bugün yıkıntılardan ibaret gibi görünse de kıyısında köşesinde Eğil’in tarihçesini saklayan kadim bir kitap gibidir aslında. İlk adımda Assurlular çıkar karşımıza; üç tarafı derin vadilerle çevrilmiş tepenin muhkemliğini ilk görenlerin ve oraya etrafı surlarla çevrili bir kale inşa edenlerin onlar olduğuna inanılıyor zira. Kale taşlarında bir Assur kralı figürünün ve bugün tam olarak okunamıyor olsa da çivi yazısı örneğinin bulunması da bu inancı güçlendiriyor. Fakat bilirsiniz, uygarlıkların ömrü kalelerin yanında pek kısadır. Eğil Kalesi’nin de Assurlular- dan sonra o bölgeyi mesken tutan pek çok uygarlığa sığınak olduğunu tahmin etmek zor değil. Neyse ki Eğilli Yuhanna, “Kilise Tarihi” adlı eserinde Hunlar ile Doğu Roma İmparatorluğu arasında geçen savaşlarda hem halkın, hem de askerlerin Eğil Kalesi’ne sığındıklarını yazar da bizi tahminlerin belirsizliğinden kurtarır. Ancak kayaların oyulmasıyla oluşturulmuş tüneller söz konusu olduğunda bir parça hayal gücüne ihtiyacımız olabilir. Tüneller, düşman etrafı sardığında onlara görünmeden kaleyi terk etmek için miydi sadece? Hun askerleri kaleyi ele geçirmek için etrafta bekleşirken, içerideki sığınmacı Bizanslılar tünellerden geçip şarkılar mırıldanarak hamama ya da Dicle kıyısına iniyordu belki de. Tünellerin aşağıda nehre ve hamama bağlandığı bilgisi gerçek tabii, biz oraya şarkı mırıldanan Bizanslıları eklemiş olduk sadece…
Kral Mezarları’nın Kıyısından Geçmek
Dicle kıyısı demişken, Eğil’e gelenler, ilçeyle buluştukları o ilk anda inmek ve tırmanmak arasında anlık bir tereddüt yaşayabilir. Bir yanınız, kaleye tırmanmak, diğer yanınız, aşağıya koşmak ve bir an önce baraj gölüne ulaşmak için telaş edebilir. Bu durumda önce, bütün heybetiyle göğe doğru yükselen kalenin davetine icabet etmek makul görünüyor, sonra aşağıya iner, göle nazır bir yorgunluk kahvesi yudumlarsınız. Tekne gezintilerinin göl suyunu kirlettiği gerekçesiyle kaldırılması söz konusu, fakat ön görüldüğü üzere elektrikle çalışan tekneler devreye girerse Eğil’in insana ferahlık veren bu turistik etkinliğinden kimse mahrum kalmamış olur. Doğrusu şu ki; Eğil ziyaretinin en etkileyici yanlarından biri göle tekneyle açılmak ve Kral Mezarları’nın kıyısından geçmektir. Gezinti, bu mezarlarla Mısır ehramları arasında benzerlik bulmanıza hatta Sasani İmparatoru II. Şâpûr’un hem yukarıdaki kaleyi hem de kaya mezarlarını yağmaladığı günlerin dehşetine dönebilmenize yetecek süreyi verecektir size. O sırada, gölün karşı kıyısındaki dik yamaçlarda en az keçileri kadar mahir yürüyen bir çoban size bakar ve kanyonun baraj sularıyla doldurulmadığı günleri hatırlayarak, “Deran Hamamı’nın üstünden geçiyorlar şimdi” diye düşünür. Bizanslıların kalenin gizli tünellerinden, peştamalleriyle indiği hamamdır bu ve göl alçaldığında, unutulmuş bir hatıra gibi su yüzüne çıkıverir. Böyle günlerde, vaktiyle Tekke Mahallesi’nde, Dicle Nehri kıyısında bulunan ve kitabesi olmasa da 16. Yüzyıl’da Eğil Beyleri tarafından inşa edildiği düşünülen Tekke Medresesi de bir siluet olarak kendini gösterir.
Eğil adı nereden gelir?
Kimler geldi, kimler geçti Eğil’den diye şöyle bir bakmak bile göz kamaştırıcı bir liste çıkarır karşımıza; Subarrular, Hurriler, Mitanniler, Urartular, Assurlar, Medler, Persler, Romalılar, Ermeniler, Abbasiler, Bizanslılar, Büyük Selçuklular, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar… Hâl böyle olunca Eğil’in tarih boyunca farklı isimlerle anılmış olacağını tahmin etmek zor değil.
Eğil ziyaretinin en etkileyici yanlarından biri göle tekneyle açılmak ve Kral Mezarları’nın kıyısından geçmektir. Gezinti, bu mezarlarla Mısır ehramları arasında benzerlik bulmanıza hatta Sasani İmparatoru II. Şâpûr’un hem yukarıdaki kaleyi hem de kaya mezarlarını yağmaladığı günlerin dehşetine dönebilmenize yetecek süreyi verecektir size. O sırada, gölün karşı kıyısındaki dik yamaçlarda en az keçileri kadar mahir yürüyen bir çoban size bakar ve kanyonun baraj sularıyla doldurulmadığı günleri hatırlayarak, “Deran Hamamı’nın üstünden geçiyorlar şimdi” diye düşünür.
Urartu döneminde Supani veya Supa, Roma döneminde, Arkochthiokerta, Artagigarta adı alan Eğil’e Bizanslılar zamanında önce Banaz, Basilon, Phrourion denmiş ve daha sonra bugünkü adına epey yakın duran İngila ismi verilmiş. İngiline, Encil, Geil, Ekle, Agel… Bunların hepsinin de Eğil için kullanıldığını düşünürsek, Evliya Çelebi’nin, Seyahatnamesinde “Gel” adını kullanmasına pek şaşırmayız. Kaldı ki yöre halkından bugün bile ilçeye ‘Gel’ ya da “Ekle” diyenler vardır. Hepsi iyi hoş da rivayetsiz tadı çıkmaz bu işlerin diyenleri de unutmadık elbette ama önce ‘Şerefname’ adlı eserdeki, “Bu Eğil, eğik bir kemer üzerinde kurulmuş, sağlam bir kaledir ve o kadar yüksektir ki; ona bakan herkese korku ve vehim hâkim olur” cümlesindeki ‘eğik kemer’ ifadesine dikkatinizi çekelim. Zira söylencemiz tam da bu eğik kemerle ilgili. Rivayete göre; Allah dostlarından biri, o kemere ‘Eğil’ demiş ve bunun üzerine kemer Allah’ın izniyle eğilmiştir ve ilçe o günden sonra Eğil adıyla anılır olmuştur.
İnanç turizminde önemli bir durak
Eğil, yalnız doğal güzelliği ve tarihî zenginliğiyle değil, uhrevi atmosferiyle de görülmeyi hak ediyor. Hatta denilebilir ki Diyarbakır’ın ‘Peygamberler Şehri’ olarak haklı bir şöhrete kavuşmasında Eğil’deki bu manevi iklimin rolü büyüktür. Kabirleri, baraj yapılmadan önce Dicle Nehri kıyısından Nebi Harun Tepesi’ndeki türbeye taşınan Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl dışında, Nebi Harun-i Asefi, Nebi Alak, Zennun, Danyal, Hz. Elyesa’nın amcasının oğlu Hürmüz, Nebi Harun’un yeğeni ve yardımcısı Ruyem gibi zatların da burada medfun olduğuna inanılıyor. Bazı isimlerle ilgili kesin bilgiye ulaşılamasa da İsrailoğullarının zulüm ve baskılarından kaçarak Assur diyarına sığınan Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl’in kabirlerinin Eğil’de bulunduğu konusunda 850 yıllık bir âlim ittifakından söz edilebilir. Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilen bu iki peygamber dışında Harun-i Asafi de Diyarbakır Salnâmeleri’nde nebi olarak kabul edilen isimlerden biri. Çevre düzenlemesi yapılarak peygamber kabirlerine yaraşacak biçimde bakımlı ve estetik bir görünüme kavuşturulan bu tepe, bugün uzak yakın şehirlerden, köylerden ve kasabalardan ziyaretçi akınına uğruyor. Kimi ‘Merhaba!’ diyor Eğil’e burada, kimi ‘Elveda!’ Başlangıçlar ve bitişler, ayrılıklar ve kavuşmalar, gelişler ve gidişler aynı noktada buluşmuş oluyor böylelikle… Biz elveda diyoruz şimdi, siz belki merhaba dersiniz yakın zamanda…
Zeynep Gün