Çoşkun Aral – Söyleşi

Umudu barışta olan bir savaş muhabiri

Dünyadaki küresel, politik sorunlara samimiyetle, büyük bir duyarlılıkla kafa yoran bir muhabir. Dünyayı sorgulayarak, karşılaştırarak gezen ön yargısız bir maceracı. Her bir belgeseliyle, röportajıyla, fotoğrafıyla, söyleşisiyle, gezisiyle ülkemize, dünyaya değer katan Coşkun Aral; göre göre, belgeleyerek, tasnifleyerek yaşayan bir bilge. Sesinizdeki ümit, keyif, heyecan daim olsun…

 

Siirt’te doğdunuz, ilkokuldan sonra İstanbul’da yaşamaya başladınız. Siirt’te olduğunuz zaman dilimine ait hatırladığınız bir şeyler var mı?

 

Dört buçuk yaşındayken ailemle Siirt’e bir ziyarete gitmiştik. Ziyaretin adı Şeyh Ali Garisi idi. Annem orada atın üstünden düştü. En eski görüntü bu çocukluğumla ilgili. Beş yaşına geldiğimde sağlık sorunlarım sebebiyle İstanbul’a halamın yanına gittim. İki sene İstanbul’da zor zamanlar geçirdim. Hastalığıma ilişkin özel rapor almamız lazım ki okula kaydım yapılabilsin. Nitekim rapor alınamadığı için bir yıl misafir öğrenci olarak okula gidebildim. Hem hastalığım hem ailemden uzakta olmam hem de bir Siirtli olarak o okulda okuyanlardan farklı olmam sebebiyle kötü bir psikoloji içerisine girince dayanamadım ve Siirt’e geri döndüm. İstanbul deneyimimden sonra kendime tekrar baktığım, kendimi tanımaya çalıştığım, güçlenmeye başladığım bir dönem oldu. İyi ki yaşamışım diyerek huzur duyduğum bir dönemdi, bir çocuk olarak toparlanmam açısından. O zamanlar bile bile, göre göre, hissederek benliğimi yaşayan ben, Siirt’ten hiç kopmadım.

Tabii hayat bu… Ortaokul ikinci sınıftayken bu sefer kemik hastalığı, akciğer hastalığı gibi sağlık sorunlarım sebebiyle yine halamın yanına İstanbul’a gittim.

 

Savaş muhabiri olmaya nasıl karar verdiniz, tesadüf müydü?

Barış ve huzura özlem diyelim. Benim hayatımda hep var olan bir soru, hatta hep peşinde olduğum bir soru; “Barış ve huzuru kendi ortamımızda nasıl yeşertiriz?” İlk silahın kullanılmasına altı-yedi yaşlarındayken Siirt’te babama yapılan suikastte şahit oldum. 1960’lı yıllarda Siirt’ten Diyarbakır’a eşkiya korkusuyla giderdik. Gelelim mesleki hayatıma. Mesleki olarak ilk iş deneyimim, Lice depremi sırasında Güneydoğu’da yaptığım röportaj oldu. 1978 yılında Çukurca, ondan sonra Lübnan Savaşı bir muhabir olarak tanıklık günlerimdi. Foto muhabirliğimin savaşla buluşması 79-80 yıllarında başladı.

 

Mesleğinizin hayatla kurduğunuz bağa nasıl bir etkisi oldu?

Doğru yerde, doğru anda kendi değerlerimle ve kaygılarımla deklanşöre bastığımda o benim için bir fotoğraf olmaktan ziyade bir belgedir artık. Ama şu da var ki fotoğraf makinesini bilmeseydim, tanımasaydım belki bir ressam olabilirdim.

Ben hep tek başına yaşadım. Çünkü foto muhabirliği zorlu bir yaşam, bir aile yaşamına uygun değil, para kazandırmıyor. Herkes savaş muhabirlerinin savaş bölgelerine giderek daha çok para kazandıklarını düşünür. Öyle değil, tam tersi, biz parayı başka yerlerde kazanıyorduk.

Mesleğimden dolayı dünyanın birçok yerinde bulundum, sonunda gördüm ki farklı coğrafyalarda, farklı değerlere, kültürlere sahip olsak da aynı şeyleri yaşayabiliyoruz. Dolasıyla geldiğim noktada, yaşadığımız dünyada her kim olursak olalım, aslolanın diğer canlılarla hep birlikte daha iyi yaşamak arzusu ve ümidi olduğunu gördüm.

 

Diyarbakır sizin için ne ifade ediyor?

Çok fazla şey ifade ediyor. Anne tarafından Diyarbakır’da akrabalarımız var. İstanbul’dan Siirt’e giderken Diyarbakır’a hep uğrardık. Çok kültürlü bir yapıyı gözlemlemenin keyfi ayrı. Dolayısıyla Diyarbakır hayatımda önemli bir rota, önemli bir durak. Diyarbakır benim bir parçam. Hep derim; “Bir tarafım Hakkari, bir tarafım Diyarbakır.” Diyarbakır’da kendimi hiç yabancı gibi hissetmedim. Dicle kıyısından surların tepesine kadar çok dolaştım. Bir Diyarbakırlıyım da diyebilirim.

 

Çocukken ne olmak isterdiniz?

Doktor olmak isterdim. Dayım ilk hükümet tabiplerindendi ve çok seviliyordu. Ona öyle özeniyordum ki! Onun gibi biri olmak, bulunduğum yerde insanlara hizmet etmek, faydalı olmak istiyordum. İstanbul’da Tıp Fakültesini kazanamadım. Daha sonra Diyarbakır’da Tıp Fakültesinin açılmasını bekledim, açılmayınca Gazetecilik okudum. Bir ilgim varmış ki yedi yaşında ilk fotoğrafımı çektim; Hasankeyf…

 

Yaşamınızı bir film şeridi gibi gözünüzün önünden geçirseniz hangi anda dururdunuz?

Biz çok varlıklı bir aile iken her şeyimizi kaybettik. Varlık içinde yokluk… O zamanlar toprak satmak yoktu. Neyse 13 yaşımdayım. Halam “Sakın okulda Siirtli olduğunu söyleme, Malatyalıyım de, başka bir şey de.” dedi. Öteki olmayı iliklerime kadar hissettiğim bir andı.

Diyarbakır Sur Kültür Yolu Festivali ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Öncelikle söylemeliyim ki ‘Kültür Yolu’ projesini takdir ediyorum. Diyarbakır’da yapılıyor olması da beni ayrıca sevindirdi. Bu minvalde bakanlığa da teşekkür etmek isterim. Umuyorum ki Diyarbakır’dan sonra festival ülkemizin her bir köşesindeki diğer şehirlere de yayılır. Bu festivallerle şehirler kendi içine kapalı olmaktan kurtuluyorlar. Diyarbakır Sur Kültür Yolu Festivali’yle Diyarbakır’ın maddi-manevi bütün değerleri daha iyi anlaşılacak, tanınacak. Ayrıca başka şehirlerden gelen katılımcılarla, başka kültürlerin etkinlik performanslarıyla bir kültürel alış-veriş de olacak. Diyarbakır’ın kültürü diğer kültürlerle birleşerek çehresi daha da renklenecek. Festival ülkemizin bütün renklerinin birlikte olmasının güzelliğini de gözler önüne seriyor. Birleşmek, kaynaşmak, anlamak, çoğalmak, düşünmek, yaratmak, korumak, geliştirmek için büyük bir fırsat… Umuyorum ki festival sürdürülebilir olur. Hatta özel şirketler de kendi organizasyonlarıyla bu festivalleri yapabilirler.

 

Foto maraton katılımcılarına etkinlik öncesi ne söylemek istersiniz?

Türkiye’nin dört bir yanından gelecek insanlar ile Suriçi’nde bir çalışma yapılacak. Ben çok heyecanlıyım, inanıyorum ki katılımcılar da çok heyecanlılardır.

Bu şehrin üzerinde uygarlığın izleri var. Burada insanlığın ilklerinin yaşandığını her adımda hissediyorsunuz. İlk insanların yüzleri sanki surların içine, yaşantıları ise sokaklara gizlenmiş… Şehirdeki yaşanmışlıkların enerjisi katılımcıları etkileyecektir.

Katılımcıların her birinin bakış açısıyla, hisleriyle çekilen güzel fotoğraflarla bir envanter oluşacak. Bu da bu etkinliğin en güzel sonucu bence.

Fotoğraf çektiğiniz alanı bir yol olarak düşünün. Bu yolda olan her şey değerli; Karacadağ bazalt taşı da önemli, bu taşları mimariye dönüştürenler de, Gazi Caddesi’ndeki renkler, desenler, yaşam tarzları, değerler de… Diyarbakır’da keşfedilmeyi bekleyen o kadar yer ve şey var ki…

 

Röportaj: Fatma Gedikoğlu

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir