“Bir sağlık, bir sevinç, bir umut!” Cahit Sıtkı Tarancı-5. Sayı

Diyarbakır’da nasıl tüm yollar Ulu Cami’ye çıkarsa, öyle de Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi’nden geçer. Neredeyse sırt sırtadırlar zaten, caminin batı kapısından çıkıp da düz yürüyünce soldaki taş ev.

Bilen bilir. O zamanların Ekim ayı, güz mevsimi, bugünkülere benzemez. Serindir, yaşanacak kışın mahiyetinden haber verir. 1910 yılının Ekim’i, ayın ikinci günü. Suriçi Cami-i Kebir Mahallesi, 3 numaralı evin kapısı… Güzden başka bir haber daha var bu sokakta, bu evde. Şu sokaktan büyüyüp hudutlar geçecek, dillere dolanacak cevherin haberi: Bekir Sıtkı Bey’in bir oğlu oldu! Bir oğlu oldu Bekir Sıtkı Bey’in; istikbalin Diyarbekir valisi diye umduğu, görkemli konağın asaletini sırtlanıp büyütecek bir oğlu oldu. İsmi… İsmini dedesi Hüseyin Cahit Bey’den alsın, “Cahit Sıtkı” olsun, hikâye başlasın. Yoksa şiir mi demeli? Sahi, şairlerin hayatları hep şiir gibi midir ki? Hadi bir bakalım, şiir mi, roman mı, trajedi mi? 

Diyarbakır’da nasıl tüm yollar Ulu Cami’ye çıkarsa, öyle de Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi’nden geçer. Neredeyse sırt sırtadırlar zaten, caminin batı kapısından çıkıp da düz yürüyünce soldaki taş ev. Ev deyince insanın aklına nohut oda bakla sofa iki göz bir yer geliyor. Yok, bu öylesi değil. Zira Cahit Sıtkı Tarancı’nın babası Bekir Sıtkı Bey iki odaya sığacak bir adam değil. Bir kere kentli, kentin soylu ailesinden. Hem tüccar aynı zamanda hem de gelenek sahibi. Pirinççizadeler dediniz mi şehirde herkes tanır, zenginliklerine de asaletlerine de parmak ısırılır. Eh, hâl böyleyken, birde adamın ilk doğan çocuğu erkek olunca, istiyor ki adının şanını devam ettirsin. “Vali olacak bu çocuk” diyor, başka bir şey demiyor. Ve büyük konağın sır saklamakta mahir bazalt taşları dışında kimse henüz, Cahit’in o taraklarda bezi olmadığını bilmiyor.

Şiirli bir ruh, bohem bir hayat

Yıllar sonra şairin bu evde geçen çocukluğunda nasıl göründüğünü tarif ederken, “Kısa boylu, nazik yapılı, göğsü oldukça dar yapılıydı” denilecek. “Keskin yüz çizgilerine ve koyu kahve saçlara sahipti.” Edebiyat tarihçilerine göre hayatı boyunca hiçbir zaman beğenmeyecek şair bu çehreyi; kendisi, kalbi güzel olanlardan. Uzun bir boy ve yakışıklı bir yüze sahip olmamaktan mülhem daha gençken içine kapanmış diyenler var. O ölüm temalı, sırtı hüzün yüklü, münzevi çağrışımlı dizeler bu içe dönüklüğün verimiymiş diyenler… Belki doğrudur belki de mübalağa; bir şair söz konusu olduğunda her türlü duygu geçişi mümkün zira. Şairin çocukluk yılları hakkında öyle tafsilatlı bilgilerimiz yok. Koca bir taş konak, muktedir bir baba, iyi kalpli bir anne, kardeşlerle oyunlar, ortada göğün kuru sıcağını azıcık serinletmek için tatlı tatlı şırıldayan fıskiyeli havuz…

Yıllar yıllar sonra “Affan Dede’ye para saydım / Sattı bana çocukluğumu” diyecek ya hani. “Uçurtmam bulutlardan yüce / Zıpzıplarım pırıl pırıldır / Ne güzel dönüyor çemberim / Hiç bitmese horoz şekerim” diyecek ya. İşte, dünyadaki ilk yıllarına dair bildiklerimiz bu minvalde. Zaten uzun süren bir çocukluk değil onunkisi, ilkokulu bitirince aile geleneği gereği İstanbul’a, okumaya gönderiliyor. Koca konağın en az anne kucağı kadar kuşatıcı yüksek duvarlarından sökülmek, elinde boyu kadar bir bavulla cümle kapısından çıkıp gitmek kolay mı o yaşta? Kadıköyü’nde, Saint Joseph Lisesi’nin orta mektebinde, İstanbul’un zengin çocukları arasında kara kuru bir taşra evladı olarak varlık göstermek kolay mı? Zaten daha sonra o yıllardan söz ederken yaşadığı ıstırabı anmadan geçmeyecek: “Edebiyata karşı duyduğum heves Fransız mektebine kadar gider. Annemden uzakta bulunmam, mektepteki yabancı ve kasvetli hava zaten mariz olan ruhumu büsbütün karartmıştı. Anneme yazdığım uzun mektuplarda bu karanlıkları biraz da sınıfta okuduğumuz edebî parçalardan ilham alarak, parlak kelimeler, göz kamaştırıcı teşbihler ve süslü cümlelerle anlatmaya çalışıyordum”.

“Şair-i maderzad” derler ya hani, anadan doğma şair… Cahit Sıtkı kuşkusuz onlardan biri, henüz ortaokul öğrencisiyken yazdığı mektuplardan bile belli. Neyse ki delikanlı, güçlüklerin üstesinden gelmeyi başarıyor, dirayetli. Saint Joseph’in ardından Galatasaray Lisesi… O artık, Diyarbekirli olduğu kadar İstanbullu da. İki seçkin lisede aldığı kusursuz eğitim, şaire hayatı boyunca altın bilezik gibi kolunda taşıyacağı Fransızca çevirmenlik mesleğini kazandırıyor ve İstanbul entelijansiyasının kapılarını açıyor. Yani memleket onun için, “Bir yanda Anadolu bir yanda Rumeli”. Lise bitti, Diyarbekir’den, babadan talimat geldi; Mekteb-i Mülkiye’ye kaydoldu. Kaydoldu olmasına ya, ne bu fakülteyi ne de bir başkasını bitirebildi. Yatakhane arkadaşlarından biri Mülkiye’yi bitirememe sebebini devamsızlıktan kalmak olarak anlatır. Hülasa, Mülkiye’den sonra Yüksek Ticaret Okulu’na kaydolur ama artık kendi harçlığını çıkarması gerekmektedir. Cumhuriyet Gazetesi’ne hikâye ve roman tefrikaları yazar, Sümerbank’ta memur olarak çalışmaya başlar. Yok, yine olmaz, memuriyet sarmaz şiirli ruhu. Paris’e gider. Hem okuyacak hem de Paris Radyosu Türkçe Yayınlar Servisinde spikerlik yapacaktır, ne saadet! Fakat çabuk biter güzel Paris günleri. Patlak veren İkinci Cihan Harbi, on gün bisiklet sürerek Paris’ten kaçan bir şair ve Türkiye’ye, başladığı yere dönüş: Küçük bir çocukken okuyup vali olmak üzere çıktığı kapıdan yüksekokul bile bitirememiş halde geri girer. 

Derken askerlik, babasının işini İstanbul’a taşıması, baba oğulun çatışması ve 1944’te Ankara. “İyi şiir yazmaktan başka ihtirasım yoktur” diye meşhur bir beyanı var. Dediği doğru, hiçbir ihtirası yok hayata karşı, kurumlarda, memuriyetlerde dikiş tutturamamaya yeminli gibi. Fakat sıra sanatına gelince iş değişiyor. Yıllardan 1946, şair 37 yaşında. Şu meşhur iyi şiir yazma ihtirası bir dua olmuş ve o yıl kabul olunmuş adeta. Öyle bir şiirle yarışma kazanıyor, öyle dizelerle adını duyuruyor ki, bugün hâlâ hepimiz ezbere biliyor, döne döne okuyoruz:

Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. 

Dante gibi ortasındayız ömrün.

 Delikanlı çağımızdaki cevher, 

Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, 

Gözünün yaşına bakmadan gider.


Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

 Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?

 Neden böyle düşman görünürsünüz; 

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?


Talât Halman merhumun kendisi için söylediği “Onun şiirlerinde kötümserlik vardır ama kötülük yoktur” cümlesi geliyor insanın hatrına. Bu denli kasvetli bir hissin, bu denli aydınlık cümlelerle kaleme alınması… Eskiler, “sehl-i mümtenî” derdi. Söylenmesi kolay görünen ama benzeri yapılmak istendiğinde zorluğu ortaya çıkan sözler yani. Sahi, Cahit Sıtkı’dan sonra hiçbir şair, “Dante gibi ortasındayız ömrün” ayarında bir dize yazabildi mi?

“Ah aklımdan ölümüm geçer!”

Hikâyenin bundan sonrası o kadar kırık ki… Önce bir oh deyip serinliyor fakat hemen ardından ah ediyor insan. Evet, yıllardan 1951 oldu. Şair, hayatı boyunca ilk kez işe sabahları erkenden gitmeye hevesli: Çalışma Bakanlığında tanıyıp ilk görüşte sevdiği Cavidan Hanım’a körkütük tutulmuş. Neyse ki bunca zaman makûs giden talihi döner, Cavidan Hanım Cahit Sıtkı Bey’in evlilik teklifini kabul eder. Mutlu bir yuva kurarlar, şairin dağınık ve bohem yaşam tarzından eser kalmaz. İşte buraya kadarı oh dediğimizdi. Ve fakat çok geçmeden, 18 Ocak 1954 günü şair felç geçirir; konuşma ve hareket kabiliyetini kaybeder. Doktorlar ümit vermez Cavidan Hanım’a. Baba evine, anasının yanına götürün derler. Türkçe’nin gelmiş geçmiş en usta kalemlerinden biri, Diyarbakır’daki taş konağa bu gidişinde annesinden, “konuşmayı” yeniden öğrenmeye çalışır. Evet, anacığı Cahit’e bir bebek gibi en baştan konuşma egzersizleri yaptırır. Tanpınar bu durum için: “Talihin insanoğlu ile bundan zalim alayı olamazdı” diyecektir. Nitekim yeniden Ankara, tedaviler ve nihayet Viyana’da bir hastane… Maalesef bu hikâye pek trajik biçimde, sanatçının bir gece refakatçisiz kalıp tüm gece üstü açık kalıp üşütmesiyle, henüz 46 yaşında, zatürreyle sona erer. 

“Ah aklımdan ölümüm geçer / Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur” derken aklından geçenler nelerdi bilinmez ama böylesi yazıklı bir kederi ihtimal ki onun gibi melankolik bir adam bile tahmin edemezdi. Biz yine de hikâyeyi böyle buruk sonlandırmayalım. Bu satırları okuyanlar arasında Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi’ni gezenler ya da gezecek olanlar varsa, etrafa bir de onun duygu dolu gözleriyle bakalım. Dar sokaktan eve açılan kapının küçüklüğüne, bu küçük kapının tevazu, baş eğmek demek olduğuna bakalım. Diyarbakır’ın geleneksel mimarisinin, bu evin yaşlı bedeninde nasıl da sapasağlam kendini gösterdiğine bakalım. 14 odası, kileri, mutfağı, hamamıyla; yazlık kışlık ve baharlık diye ayrılan kısımlarıyla, çift kemerli eyvanı ile “mabeyn odası” adlı salonuyla, şehrin alametifarikası olan bazalt taşlarıyla, yüksek pencereleriyle, ihtiyar ağaçlarıyla, ahşap kapı ve çerçeveleriyle, o küçük, çelimsiz çocuğun koşturup oynadığı merdivenleriyle halen nasıl mühim bir kültür zenginliği teşkil ettiğine bakalım. Ve kardeşine yazdığı mektupta, doğduğu bu evle ve doğduğu şehirle iftihar edişine bakalım:

“İstanbullu olmak, Diyarbakırlı olmak mesele değildir. İnsanda ince bir zevk olduktan sonra… Bir köyde, bir kulübede bile doğmuş olsa her yerde ve her zaman kendini gösterir ve alkışlattırır. Onun için İstanbullu olmaya filan heves etme. Diyarbakırlı olduğunu istersen âleme ilan et… Katiyen ayıp değildir… İstanbul çok güzel Nihal… Fakat içinde doğup büyüdüğümüz Diyarbakır daha güzeldir… Oranın topraklarında bize yakınlık var. Oranın taşları bize karşı hissiz değildir. Oranın havası ciğerlerimizi iftiharla şişirecek; ne de olsa temiz, öz havamızdır. Oranın suları ancak, bizim hararetimizi söndürebilir. O muhit içinde ancak, biz varlığımızı gösterebiliriz. Ancak Diyarbakır denen yerde, yaşamanın ulviyetini kavrayabiliriz… Velhasıl şekerim, Diyarbakır’ı sevmek bir vazife ve hem de ihmal edilmeyecek mukaddes bir vazifedir.”

 

                                                                                                                                                                                                                                                                     Hale Nur Çalışan

Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir