Oğullarına ve kızlarına, hayatında hiç görmediği nehirlerin adını verir insanlar. Bir bakın çevrenize; Meriç, Aras, Tuna, Ceyhun, Nil, Fırat ve elbette Dicle… Kimse çocuğunun adını Mezopotamya koymaz mesela, Belgrad ya da Antep diye çağırmaz. Kars değil Aras, Diyarbakır değil Dicle’dir kimliğe yazılan. Hava, su, toprak, ateş… Anasır-ı erbaa arasında, üzerinde yaşadığımız, ekmeğiyle doyduğumuz “toprak”ken, biz “suyu” neden bu kadar severiz? Denizlere, göllere, nehirlere aşkımız nereden gelir? Şehirleri bölüp iki yakaya ayırsa da, öfkelenip kabardığında evlerimizi yutsa da, kapılanları suyuna katıp kayıplara yazsa da biz niçin nehirleri kimlikleştiririz? İki sebebi olmalı: Saflık ve sınırsızlık. Suda Bulunan Temizlik, arı duru doğduğumuz günden sonra tekrar kavuşamadığımız, bitmeyen özlemimiz… Öyle ya! Şehrin kirini, insanın kirini, bazen tarihin kirini, biteviye akan güzel yüzlü bir sudan daha fazla kim temizleyebilir? Ve harita çizgilerinin yalancılığı – na en büyük kanıt, ülkeden ülkeye akan nehirler değil midir? Kimsenin pasaport soramadığı, hiçbir gücün önüne set koyamadığı nehir suları, tüm diplomasilere kafa tutar, alır başını, memleket memleket akar. Dünyanın büyüklüğüne karşın dünyanın küçüklüğünü, insanoğlunu birbirine düşüren farklılıklara karşın insanoğlunun aynılığını haber verirler. Tıpkı, Elazığ’da gözelenmeye başlayıp Diyarbakır’dan, Bismil, Batman, Hasankeyf, Cizre ve Musul’dan geçen Dicle Nehri gibi… Suriye’yle Türkiye arasında doğal bir sınır hattı oluşturup, Bağdat’ı ikiye bölerek sevdiceği Fırat’a koşan, Şattu’l-Arap bölgesinde Fırat’la kavuşup Basra Körfezi’nden sonsuz okyanuslara dolan Dicle Nehri gibi… Diyarbakır’ın Mütemmim Cüzü Dicle, ah! Diyarbakır’ın şah damarı, damarında akan kanı, be – denini boyayan rengi Dicle. Kenarında bir kurt kuzuyu yese hesabın Ömer’den sorulacağı Dicle. Kollarının uğradığı mezralarda kadınların Kürtçe, Türkçe, Süryanice ve Arapça sohbetlerle çamaşır yıkadığı Dicle… Bayram arifelerinde sularına bırakılan mektuplarla Allah’a arz-ı hallerin yollandığı Dicle… Cennetten çıkıp, yine cennete doğru akan Dicle… Kıyısında kurulan sazdan hüllelerde soğuk karpuzlar yiyerek yıldız şölen – leri izlenen Dicle… Hevsel’in bereketi, Sur’un sudaki aksi, Ulu Cami’nin taşlarında sakladığı katman katman uygarlık izlerini bizzat kendi mazisiyle anlatan Dicle… Bugün hâlâ, On Gözlü Köprü’nün iki yanında demli çaylar, pişkin kahveler eşliğinde seyre dalanlara o tarihi, sular seller gibi anlatan Dicle… Sen, Diyarbakır için ne kadar çok şeysin! Önce Su Vardı Sümer tabletlerinde ve Tevrat’ın yaratılış anlatısında, insanın dünyadaki varlığından çok daha evvel var oldukları için kutsal sayılan üç nehir zikredilir: Fırat, Dicle ve Nil. Fırat ve Dicle, biri batıdan biri doğudan güneye doğru akarlar ve hepimize daha ilkokuldayken öğretilen o sihirli kelimeye mekân olurlar: Mezopotamya. Mezopotamya, “İki nehrin arası” anlamına gelir. Peki, bu anlam aslında ne mânâya gelir? Mezopotamya, insanlığın kökü, başlangıç noktası: İlk uygarlıkların kurulduğu, mağaralara ilk resimlerin yapıldığı, ilk kez kil tabletlere yazıların yazıldığı; ilk mercimeğin filizlendiği, buğdayın, mayanın ve dolayısıyla ekmeğin, hayatın keşfedildiği; ilk ceylanın, tavşanın avlanıp yemek yapıldığı; toprağın ısıtılıp çömleğe dönüştürüldüğü; evlerin, köylerin, kentlerin inşa edildiği; ilk kanın akıtılıp mızrakların bilendiği, ilk evlilik yüzüğünün takıldığı, ilk haritanın çizildiği, takvim yapmanın akıl edildiği, yasaların yazıldığı, ilaçların yapıldığı medeniyet ovası. Daha sayalım mı, yoksa duralım mı? Duralım, duralım ve üzerinde yaşadığımız topraklara bir de bu nazarla bakalım. İnsanın “aslında” kim olduğuna, hangi mirası çoğalta çoğalta bugüne ulaştırdığına dair nüfus kütüğüdür Dicle…
Bereketli kıyılarından fışkıran buğday başaklarının bin yıllar boyunca paylaşılamaması boşa değildir. Kıyısında ekinler baş vermiş, değirmenler dönmüş, ocaklar tütüp aileler soylanmış, handiyse “tarih sahnesi” kavramı tastamam onun için ortaya atılmış. Uğruna savaşların yapıldığı, devletlerin kurulup devletlerin yıkıldığı, sonuç olarak Sultan Süleyman’a kalmayan dünyanın hiç kimseye kalmadığını söylemekten bitap düşmüş Dicle… Sümerler, Akkadlar, Babiller, Kassitler, Assurlar, Hurriler, Aramlar, Persler, Yunanlar, Partlar ve Sasanilerin anılarını taşıya taşıya denize kavuşacağı yol boyunca, insana dünyadaki geçiciliğini anımsatan Dicle… Danyal Peygamber Mucizesi Dicle’nin akış yolu deyince, Danyal peygamberi anımsamak gerek. Efsane bu ya, Danyal peygambere Allah’tan vahiy gelir: “Al eline âsânı ve yürü. Toprağa bereket akıtacak bir nehir halk edeceğim, bu nehrin suyu sen yürüdükçe ardından gelecek. Ama dikkat et, nehrin yatağı hiç kimseye sıkıntı olmasın. Yetimlerin, dulların, yoksulların evinden geçmesin, tarlaları ve ekini zarara sokmasın, vakıf mallarına uğramasın. Öyle bir yol yürü ki, nehrin yatağı yol boyu sadece bereket taşısın.” Derler ki, bereketli Dicle’nin zikzaklı yatağının bunca dolambaçlı olması, işte o temkinli yürüyüşün sonucudur. Kadim Transfer Yolu Dicle bereketi, sadece toprağı sulamakla kalmamış. Şehirlerden şehirlere ulaşımı yani ticareti de kolaylaştırmış. Havza, tarih boyunca bir nüfus toplanma alanı olduğundan, nehrin kıyılarında kurulan şehirler hep kendi devrinin megakenti sayılmış. İlkçağ’ın önde gelen birçok merkezi bu havzada yer almış; Sâmerrâ, Bağdat, Basra, Kûfe gibi Ortaçağ’ın başlıca şehirleri Dicle’nin bereketi sayesinde inşa edilip nam salmış. Basra Körfezi’nden getirilen inciler Dicle’nin sularıyla kuzeye taşınmış sözgelimi. Dokunmaya kıyılmaz ipek kumaşlar tüm Şark çarşılarına Dicle sayesinde akıvermiş. Evliya Çelebi’nin de Yaşar Kemal’in de sözünü ettiği “kelek”ler, yani koyun ve keçi postundan yapılan tulumların şişirilip bağlanmasıyla yapılan sallar, zahmetli yolculukları mümkün kılmış. Sade ticaret mallarını taşımakla kalmamış, kereste gibi inşaat malzemelerini taşıyarak bugün hâlâ göz alan güzellikteki mimari eserlerin yapımını sağlamış. Sonraları kayıklardan vapurlara kadar türlü su taşıtları Mezopotamya kentlerini birbirine bağlayıp, tıpkı ırmağın kendisi gibi sınır çizgilerini ortadan kaldırmış. Bugün hâlâ sularından balıkçıların evlerine ekmek götürdüğü düşünülürse, anlaşılır ki Dicle, kendisine duyulan büyük sevgiyi hiç boşa çıkarmamış. Büyük Kavuşma Dicle ırmağının toplam uzunluğu 1900 kilometre. Bunun 523 kilometresi Türkiye sınırları içinde. Elazığ’ın güneydoğusundaki Hazar gölünün Gölcül ayağı ile bu gölün güneyindeki Hazarbaba dağından çıkan suların birleşmesiyle oluşur. Elazığ, Diyarbakır, Batman, Mardin istikametini izleyerek Cizre ilçesi önünden Habur Suyu kavşağına kadar akar ve Türkiye-Suriye arasında kırk kilometre sınır meydana getirir. Oradan sonrası Irak toprakları… Yaz aylarında su seviyesi düşer, kışa hazırlıktır bu. Kışın, rezervinin dolmasıyla ilkbaharda öyle bir coşar ki bu, bazen su taşkınları, felaketler demektir. Gel gelelim, taşkınları önlemek ve tarımsal sulama için yapılan kanallar ve barajlardan da elektrik üretilir. Yani Dicle bin yıllardır akıp durduğu yatağında savaşı da devleti de, derdi de dermanı da, ayrılığı da kavuşmayı da göğüsler, köpükten vücudunda kuvvetle taşır. Taşır ki, Mezopotamya yolculuğu son bulsun, sevdalısı Fırat’la kavuşsun. “Sever kavuşamazsın, aşk olur” demiş Veysel; fakat bu, insanlar için. Kimsenin itirazı olmasa gerek, Fırat ve Dicle yeryüzünün en kadim sevdalılarındandır. İnsanlar gibi çift olmaz onlar, tekleşir, Fırat ve Dicle tek bir su olur. Şimdi Dicle’nin çevresinde köprüler, antik kentler, medfun sahabiler, peygamberler, evliyalar varsa eğer… Şehirler, köyler, mezralar varsa; binlerce yıl biriken hikâyeler, aşklar, dedikodular, havada asılı kalmış türküler ve yüksek desibelli ağıtlar varsa, işte bu kavuşmanın sayesinde, Dicle’nin Fırat’a kavuşması sevinciyledir. Doğu’ya da Doğu’nun limanlarına da sevgimiz bundandır işte: medeniyet söz konusu olduğunda, bu topraklarda arda kalan harabelerden bile yepyeni bir medeniyet kurulur.
Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.