Diyarbakır’ı taşların koruduğuna kim itiraz edebilir? 9 bin yıldır orada, şu anda bulundukları yerde duran, var gücüyle duran, şehri kucaklayıp sarmalayan surlar… Öyle ya, Diyarbakır demek sur demek, sur taş demek; taş ise kentin kılcal damarlarına kadar sinmiş bir yaşam biçimi demek. Tüm güzel rüyalar beyaz bulutlarda geçecek değil elbet; Diyar-ı Bekr taştan bir rüya gibi. Şehrin kalbinin güm güm attığı Ulu Cami’de, Mezopotamya’dan her kim geçmişse imzası bulunan taşlar sözgelimi… Cemil Paşa Konağı’nın görmüş geçirmiş duvarları, Cahit Sıtkı Tarancı Evi’nin dikkatli bakıldığında birer mısraya benzediğine yemin edebileceğiniz tuğlaları, On Gözlü Köprü’nün ayakları, Hasan Paşa Hanı’nın revakları… Buraya kadarı, Diyarbakır denince ezberde olanı…
Bir de Arnavut kaldırımlı taş döşeli ara sokaklar var ki, işte oralara dalınca başlıyor sürprizli harikalar diyarı! Turistik refleksleri kenara atıp şehrin sakini gibi karış karış dolaşmaya, huzur bulduğu yerde durup saatlerce oturmaya niyet etmeyegörsün insan. Bu durumda Diyarbakır’da rota sayısı iki, üç, beş katına çıkıyor; bilhassa girişi Dağ Kapı’dan yapanlar için.
Doğu’nun yerli köklü kentlerinde nabız, çarşı pazarda atar. Bu niçin böyledir, tüketim merakından mı? Yoksa alışverişini hallettikten sonra sosyalleşme, bir nargile tüttürüp üç beş dostla sohbet etme ihtiyacından mı? Muhtemelen ikincisi. Dağ Kapı da öyle işte, şehrin çarşısı, pazarı, ciğercileriyle meşhur lezzet merkezi. İki yana sıralanmış dükkânlar, baharatçılar ve kendinden önce sesinden tanıyacağınız bakırcılar.
Tak! Çın… Tak! Çın…
İşte, hakikaten Diyarbakır’dasınız artık. Bir el sanatından geçimini sağlayan ustalar, çıraklar, asıldıkları askılardan Türkiye’nin dört bir yanına uğurlanmayı bekleyen bakır aksesuarlar, gerçekten varlar ve yaşıyorlar. Onlardaki yaşam sesi, sokakların ince tozuyla kakule ve mahlep kokularına karışıyor. Köşede Diyarbakır çörekleriyle meşhur bir fırın, hadi bakalım, kokulara hamur da eklendi, dayanabilene aşk olsun! Fırını geçtikten sonra sokaklar arasında bir miktar daha kaybolmayı başarın lütfen, “Ayaklar kalbin gittiği yere gider” demişler. Bir tur daha dönüp bir lamelif daha çizin. Tamam, yeterince kaybolduysanız buldunuz onu. Hasan Paşa Hanı’nın 100 metre kadar güneyinde, Gazi Caddesi’nin doğusunda, Eski Yoğurtçular Çarşısı’nda saklandığı yerden gözünüze çarpan mahfuz bir şehir iptilası var artık karşınızda: Sülüklü Han’a hoş geldiniz!
Ulu Çınarın Gölgesinde
Diyarbakır taşı da denilen siyah bazalt taştan örülü kapısıyla yüz yüzeyiz Sülüklü Han’ın. Bu karşılaşma aynı zamanda, dünyanın neresinde olduğumuza dair bir hatırlatma gibi. Dünyanın hangi noktasındayız, hangi medeniyet katmanında, hangi çağın mirasında? Evet, Mezopotamya, ilk okur yazar toplulukların yaşadığı, ilk harfleri, ilk kelimeleri ürettikleri coğrafya. İşte bu kültür geninin aktarımı sebebiyle olacak, hanın girişindeki kitabede yapının kısa ve öz tarihçesi beş ayrı dilde yazılmış: Süryanice, Ermenice, Zazaca, Kırmançça ve Türkçe.
“1683 yılında Hanilioğlu Mahmut Çelebi ve onun kız kardeşi Atike Hatun tarafından han olarak yaptırılmıştır.”
Girelim.
Girelim ve kulaklarımıza inanamadığımızı fark edelim.
Tak, çın sesleri bıçak gibi kesildi, sokağın sesi, çarşının sesi tamamen dışarıda kaldı. Bu nasıl bir akustik düzen kurmaktı peki, 17. yüzyılın hangi bilişimcileri, hangi sistem mühendisleri başardı?
Cevap bulamayacağız, sadece hayranlık sunacağız bu detaya. Biz iyisi mi ulu çınarın altında bir masaya ilişelim.
Ulu çınarlar, ah! Temel direği yaşlı bir ağaç olan ihtiyar yapılarda soluklanmayı sevenler için ne tanıdık haz… Sülüklü Han’ın çınarından masamıza yapraklar düşerken Anadolu’nun tüm kervansarayları üşüşsün aklımıza. Yolcuların konakladığı, yorgun gözlerin daha akşam yemeği yerken uyukladığı, atların sulanıp develerin bağlandığı, alışverişlerin yapıldığı, geçip gidenlerin ya da bir süre ikamet edenlerin şehrin hafızasına alındığı hanlar, kervansaraylar… Burası da onlardan biriymiş zamanında. Sülüklü Han dendiği kadar Kazancılar Hanı, Demirciler Hanı denmesi bu yüzden. Hemen bitişiğindeki atölyelerde yapılan bakır kazanların da satılıp sergilendiği noktaymış.
Neden Sülüklü Han demişler peki? İçerideki eski kuyudan çıkan sülükler çok kişiye şifa olmuş da ondan. Ne garip, sadece küçük bir ahşap masada oturup yaprak ve taş seyrediyorsunuz ama etrafınız 300 yılın anılarıyla sarılı.
Kahvenin Tadı Damağınızda, Kokusu Hafızanızda Kalsın
Kareye yakın planlı, tek katlı bir Osmanlı hanı burası. Revakları, kemerleri, odaları ve ayrıca bağımsız girişleri olan üç bodrumu var. Alttaki mahzen yıllanmış Süryani şarabıyla meşhur. Avlusu ise Türkiye’nin dört bir yanına şanı yürümüş Türk kahvesi ve sütlü melengiç kahvesiyle.
Sülüklü Han’da kahve deyince bir duralım zira burada kahve içebilmek durup beklemeyi gerektiriyor. “Şark oturup beklemenin yeridir” diyen Tanpınar’ı anımsamamak ne mümkün. Fincanda, köz üzerinde pişirilen kahvenin gelmesi zaman alıyor. Otur, bekle, duy, hisset… Bu arada, dışarıdaki seslerin kesildiğini söyledik ama içeride kendi meşrebince müzikler çalınıyor elbet. Bazı akşamlar yapılan canlı müzik ise cabası. Kürtçe, Türkçe yahut Zazaca bir türküye kabartın kulağınızı. Derken kahvenin tadını damağınıza, kokusunu hafızanıza çekin. Kışsa gürül gürül yanan sobanın ateşiyle ısının, yazın kavurucu sıcağında kokusu baş döndüren reyhan şerbeti veya her derde deva karadut şerbetiyle içinizi soğutun. Yanında kireçte yapılmış ceviz tatlısını da —aslında uğruna ayrı bir paragraf yazılması icap eder ama yerimiz kısıtlı buraya not düşmüş olalım ve ekleyelim: Kredi kartının geçmediği, anam babam usulü kâğıt parayla alışveriş yapılan bir yerdesiniz, tedbirli geliniz.
Şehrin Kozmopolit Geleneği
Sülüklü Han’ı Diyarbakır’da yaşayan ya da turist olarak teneffüs eden kime sorsanız, kozmopolitliğinden söz eder. Çünkü burası şehirde her görüşten ve her görünüşten insanın “görünmez” olabildiği arka bahçesi. Farklı dünya görüşlerine müntesip birçok insan, sessiz sakin kendi köşesinde sohbetini ediyor, kitabını okuyor, bu çoğulculuk bazen etkileşimleri ve fikir alışverişlerini beraberinde getiriyor. Sonuçta hoşgörünün bir adap meselesi olduğu, Sülüklü Han’ın kubbesi altında yazısız kanun gibi asılı duruyor. En önemlisi de bu değil mi zaten? Yapıların, mekânların, rotaların bize ne “sunduğu” değil, ne anlatıp ne hissettirdiği. Bir modern zaman garabeti olarak gittiği her yerden haz toplamaya ant içmişlerin hoşuna gider mi bilinmez, ancak yüz yıllardır aynı yerde duran ve oldum olası misafir ağırlayan mütevazı bir Diyarbakır evi gibi düşünmek lazım Sülüklü Han’ı. Yolunu düşürmek, avlusunda serinlemek, Dicle ile Fırat arasında olup bitenlerin en güzellerini; misafirlikleri, aşkları, şiirleri, evlatları, müjdeleri, halayları, hüzün ve coşkuları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçirmek lazım. Diyarbakır taş demekti ya hani, Sülüklü Han’ın taşlarına da kulaklarını dayamak, çok ince bir fısıltıyla anlattığı Mezopotamya dedikodularını duyabilmek, duyabildiğine şükretmek lazım.
Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.