Diyarbakır, aynı toprakta, aynı göğün altında hep birlikte söylenen, dilleri farklı olsa da gönülleri bir olan türkülerin, şarkıların, ağıtların, ninnilerin şehridir. Bir yandan yetiştirdiği onlarca bestekârın saray mûsıkîsine katkı sunan besteleriyle, bir yandan seslerini bir enstrüman gibi kullanan dengbêjlerin sözleriyle, bir yandan da çeşnisini şehrin kalesinden, bağından, bahçesinden, suyundan alan türküleriyle renklenen müzikal bir mozaiktir. “Diyarbakır’da Müzik” temasını ele aldığımız bu sayımıza, şehrin yetiştirdiği önemli halk müziği sanatçılarından Recep Kaymak’ı konuk ettik. Recep Bey’in müzikle iç içe geçen hayatını, TRT’li yıllarını, Diyarbakır’ın eski günlerini ve Celal Güzelses’i konuştuğumuz söyleşiyi bizim için dergimizin yayın yönetmeni Ramazan Kızılkaya gerçekleştirdi.
Recep bey, Diyarbakır birçok yönüyle birlikte, müzik anlamında da çok zengin bir şehir; adeta bir derya… Siz bu deryadan gelip zirveye ulaşan bir isimsiniz. Öncelikle, Diyarbakır ve müzik deyince neler söylersiniz, diyerek başlayalım.
Diyarbakır ve müzik dendiği zaman ilk akla gelen, Diyarbakır’da müzik kültürünün çok ileri safhada olduğu… Diyarbakır müziği, Türkiye’nin her bölgesinde yıllardır kabul görmüş, beğeni almış ve çok sevilmiş. Ağırlığını her zaman hissettirmiş. Bunda en başta, şehrin insanın kültür ve eğitim seviyesinin, birçok şehre göre daha gelişmiş olması çok etkili. Diyarbakırlı aileler, 60-70 sene evveli için diyorum, çocuklarını yurt dışına eğitim için gönderirlerdi. Bilimde, eğitimde, el sanatlarında seviye çok yüksekti Diyarbakır’da. Kazancılar çarşısı vardı eskiden, orada dolaştığınız zaman o kazancıların vurduğu çekiç sesleri şehrin müziğiydi adeta. Yani müzik gibi çekiç vuran demirci, bakırcı, duvarcı ustalarımız vardı.
Güzel sesiniz ve söyleyişinizle geçirdiğiniz 50 yılı aşkın bir müzik geçmişiniz, tecrübeniz var. Sizi müzikal anlamda yetiştiren, eğiten önemli bir unsur olarak şehrin kendisini, Diyarbakır’ı söyleyebilir miyiz?
Evet, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle Diyarbakır Mûsıkî Cemiyeti’nin bendeki etkisi çok büyüktür. Çocukluk yıllarımda arkadaşlarım kahvehanelere, oyun salonlarına giderken ben Mûsıkî Cemiyeti’ne gider, müzik icra eden büyüklerimi dinlerdim. Arada bana da söylettikleri zaman heyecandan uçardım adeta. Çocuktum o zamanlar, ama demek
ki bu iş, sevgiyle, aşkla oluyor. O zamandan itibaren devam ettim cemiyete. Büyüklerimizin yanında eğitim aldım. Bir de çok şanslıyım, o çocuk çağımda, Diyarbakır’ın yetiştirdiği büyük üstat Celal Güzelses’le tanışma fırsatı buldum.
Nasıl oldu bu tanışma?
Ben Diyarbakır Sanat Okulu’nda okuyordum o sıralar. Meşhur bir müdürümüz vardı, İzzettin Yücel.
Yanımda oturan sıra arkadaşım da Celal Güzelses’in oğlu, Ahmet Cevdet Güzelses’ti. İzzettin Bey, Celal Bey’e rica etmiş, bizim çocuklar müzik öğrenmek istiyorlar, bize yardımcı olur musunuz, diye. Kabul etmiş Celal Bey. Nurlar içinde yatsın geldi okulumuza. Karşısında türkü söylediğim zaman, başımı sıvazlayıp; “İyi değerlendir evladım bu sesi” diyerek tebrik etti beni. Bu davranışı benim yoluma büyük bir ışık tuttu. Ben ilk türkülerimi ondan öğrendim: ‘Ağlama Yar Ağlama Anam’ı, ‘Fincanın Etrafı Yeşil’i, kendi cümbüşüyle öğretti bana. Bugün yaşayan tek öğrencisi benim. O günden beri onun emeğini üzerimde hissederek okuyorum.
Bir ustanın dizinin dibinde yetişmek, aşkı meşk etmek çok önemli… Celal Güzelses’ten başka, sizi etkileyen başka üstatlar var mıydı?
Evet, Diyarbakır Mûsıkî Cemiyeti’nde müzik icra eden, çalgıcılar ve ses sanatçılarının hemen hemen hepsi kendi alanında büyük üstatlardı. Nota solfej pek bilinmezdi bilimsel açıdan ama meşk olarak fasıllar, makamlar, ritimler vardı. O kadar güzel çalışmalar yapılırdı ki… Hem koro hem solo konserler düzenlenirdi. Diyarbakır’da çok güzel salonlar vardı. Seyirci de muhteşem ve çok ilgiliydi ki, insanı onlar da çok teşvik ediyordu.
Mûsıkî Cemiyeti’ne girmeden önce müzikal yeteneklerinizin farkında mıydınız?
Ben Diyarbakır’ın kenar ma- hallelerinden Arap Şeyh Mahallesi çocuğuyum. Beni tanıyanlar, “Sen bir mucizesin” derler. Çünkü çocukluk yıllarımda yoksulluk, fakirlik had safhadaydı. Okuldan çıkınca simit, çakmak taşı, halka tatlısı satar, çakmaklara gaz doldururdum. Ama kimseye el açmazdık, çalışmanın ayıbı olmaz tabii… O yıllarda evde radyomuz olmadığı için, bir şarkı veya türkü dinleme şansımız da yoktu. Şarkı, türkü bilmezdim bu yüzden. Ama insanın içinde olan bir şey demek ki… İlkokul çağlarındayken bir hadise geçti başımdan. Okula giderken aynı zamanda mahalle hocasına da gidiyor, Kur’an dersi alıyordum. Kur’an’ı öğrenince Cuma günleri mezarlığa gider, ölülerimize Yasin okurdum. O dönemde sedayla, makamla okumak güzel bir şeydi. O sırada biri gelip bana “Evladım” dedi, “Ne güzel okuyorsun, bir tane de benim yakınım için okur musun?” Ben de okudum. Kalktım, giderken cebime bir şey koydu. Nasıl utanmıştım! Ağlaya ağlaya eve geldim, anneme anlattım: “Beni dilenci mi zannetti?” dedim. Annem dedi ki: “Yok oğlum, bunu hediye olarak vermiştir.” Daha çok küçüğüm o zaman.Sonra mezarlığa her gittiğimde o ilgi genişledi, artık bahşiş verdiklerinde ağırıma gitmiyordu.
Bildiğiniz, söylediğiniz ilk türkü veya türküleri hatırlıyor musunuz?
Tabi, ilkokuldaki müzik öğretmenimiz bir gün, “Çocuklar bugünkü dersimizde herkes şarkı söylesin.” demişti. Herkes sırayla okudu bir şeyler, sıra bana gelince ne okuyayım, hiç şarkı bilmiyorum ki! “İllaki söyleyeceksin” diye üstelediler. O zaman sesimin güzel olduğunu ne ben biliyorum, ne de sınıftakiler biliyor. Öğretmen “Sana bir ödev verelim, bir sonraki derste söyle” dedi. Dersten eve yine ağlaya ağlaya geldim. Annem durumu öğrenince, “Ben sana bir tane öğreteyim” dedi. O dönemlerde acıklı, hüzünlü durumlarda ağıtlar yakılırdı. Annemden o gün böyle bir parça öğrendim ama yine de okulda söyleme niyetinde değildim, çekiniyordum… Ama yine sınıfın ısrarıyla söylemek zorunda kaldım. Bu demek ki bir alın yazısı… O kadar çok beğenildi, alkışlandı ki, yedi sefer söylettiler bana o gün. Ondan sonraki günlerde de, annemden öğrenip sınıfta okumaya başladım. Sonra bana bir güven geldi. Mûsıkî Cemiyeti’ne de böyle gittim.
Siz TRT kökenli bir sanatçısınız. TRT’ye girişiniz nasıl oldu?
Sanat Okulu’nu bitirince, Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümünü kazandım. Fakat ailevi durumlardan, daha doğrusu parasızlıktan dolayı okulu bırakıp geri geldim ve Devlet Su İşleri’nde çalışmaya başladım. Birkaç sene sonra da askerliğimi yapmak üzere Ankara’ya Mamak Muhabere Okulu’na gittim. O dönemde okulun yayın yaptığı bir radyosu vardı: Mamak Radyosu… Ben daha yayının nereden, nasıl yapıldığını bile bilmiyordum, radyo erişilmez bir yerdi benim için. Askerliğimin bitmesine bir hafta kala, bir anons yapıldı: “Türkiye radyolarına yetiştirilmek üzere sanatçı alınacaktır!” diye. Ben katılmayı hiç düşünmedim, askerliğimi bitirip işimin başına dönecektim. Ama arkadaşlarımın ısrarı ve teşviki o kadar fazlaydı ki, sonunda TRT’nin açtığı sınava girmeye karar verdim. Kazanınca da müzik üzerine öğrencilik hayatım başlamış oldu.
Peki, nota bilenlerin çok az olduğu günlerden, müzik eğitimi aldığınız günlere geldiğinizde, ne hissettiniz?
Tabii, çok büyük fark vardı. Büyük bir mutluluk hissetmiştim. Çünkü bilmek, öğrenmek çok önemli. Yani öyle bir şey ki, bizim başladığımız dönemde öyle Türk sanat müziği, halk müziği bölümleri ayrı değildi. Batı müziği dersi de aldık, halk müziği, sanat müziği dersi de… Çok değerli hocalardan nota, solfej ve şan dersleri aldık. O zaman konservatuvar olmadığı için, alanında en iyi ve önemli hocalar bizim derslerimize gelirdi. Bizi çok sıktılar, ama bizim iyiliğimizi, menfaatimizi düşündükleri için. Radyoda eğitim aldığım zaman müziğin sadece melodiyle söylemek olmadığını, üzerine bilgiyi de koymanın çok kıymetli olduğunu anladım. Sonrasında birçok sınavdan geçe geçe, elene elene, Yurttan Sesler Korosu’na solist olarak girdim. Ben başarılı bir öğrenciydim, ama başarmak için de çok çalışmak gerekiyordu. Liyakat önemliydi. Ritim vurmaktan dizlerimiz nasır tutardı. İyi ki de çalışmışım, iyi ki de öğrenmişim. Öğrenmenin sınırı yoktur. Bu neye benzer? Diyarbakır’da kendimizi sanatçı zannediyorduk, Mûsıkî Cemiyeti’ne gidiyoruz, konserlere, sahnelere çıkıyoruz. Sevgi tezahürü görüyoruz. Diyoruz, sanatçıyız herhalde. Fakat okulda çok farklı, oradaki fark okuma yazma bilenle bilmeyen arasındaki fark gibi… Ben girdiğim sınavlarda hep Diyarbakır türkülerinden okuyordum. Ancak bir Yurttan Sesler sanatçısı, Türkiye genelindeki her bölgenin türküsünü okuyabilmelidir. Mahalli bir yapıdan çıkıp, ulusal olmak gerekiyor. Bütün Karadeniz’i, Ege’yi, Doğu’yu okuyabilmelisiniz.
Müzik dünyasında ilk yer edindiğiniz türkü hangisi?
Radyoya girdiğim zamanlarda, Türkiye’de görsel yayınlar olmadığı gibi, teknoloji de bu kadar ileri değildi; radyo da her bölgede çekmiyordu.
O dönemde dikkatimi çeken bir şey vardı: Diyarbakır türküsü ne zaman okunursa, büyük bir ilgi ve teveccühle karşılanıyor, çok seviliyordu. Ben
sınavlarımda hep Diyarbakır türkülerinden, özellikle Celal Bey’in (Güzelses) türkülerinden okudum. Sonra, okuduğum türküler haricinde, başka
yörelere ait türküler okumak için arayış içine girdim. Biraz da kendimi tanıtmak istiyordum tabii. Okulda aldığımız eğitimde, çok değerli hocalarımızın verdiği bir Derleme dersimiz vardı. Halk müziğinin büyük ses getirmesine vesile olan büyük hocamız rahmetli Muzaffer Sarısözen’e
biz yetişemedik. Ama Nida Tüfekçi ve Neriman Altındağ Tüfekçi bize repertuar hocalığı yaptılar. Bize hep “Evladım, sanatçılık sadece okumak
değil, öğrenmektir. Her şeyin bir zamanı var, solist olacaksınız ama temeliniz sağlam olsun” derlerdi. İşte bu ders için bir program hazırlamam
gerekiyordu. Bitlis’ten bir türkü derledim, o zaman kimsenin bilmediği bir türküydü: ‘Bitlis’te Beş Minare’. Bu türkünün notasını yazıp TRT’ye gönderdim. İsmimin ilk duyulduğunu eser de bu türkü oldu. Sonra başkaları da geldi. “Haram Sudan Atladım”, “Haydi Gidek Toyuna” ve
Urfa yöresine ait, “Aman Eşref Canım Eşref” türküleri de yine, benim notalarını yazıp TRT’ye kazandırdığım türkülerdendir. Dinleyici özellikle bu
türküleri bilir, benim ismimi onlarla beraber anardı. Sonrasında Kerem Güney’in Hicaz makamında bestelediği ‘Aldırma Gönül’ şarkısını türkü
formunda okudum. Bundan sonra şarkı da meşhur oldu, ben de…
Bu noktada sorayım, müzikle ilgili o günden bugüne ne değişti?
Müzikte ne değişti? Nokta nokta söylemek mümkün değil. Her şey değişti, her şey değişti. Eskiden aileler çoluk çocuğunu, eşini dostunu
alıp çay bahçelerine giderdi müzik dinlemek için. Bir de tabii eskiden gazino kültürü vardı. Gazinoya giden dinleyiciler, adeta müzik eğitimi
almış gibi makamında türkü şarkı isterlerdi. Fasıl dinleyicileri vardı. O zaman sanatçılar çok değerliydi ve seviyeli bir dinleyici vardı. Bugünün
dinleyicisi gürültülü müzik veya sadece ‘gürültü’ dinliyor. Oysa sahnede mikrofonsuz söylediğim zaman sesimin net bir şekilde duyulduğu,
kimsenin çıt çıkarmadığı bir sahne vardı eskiden.
Ben Ankara Radyosu’ndan Maksim Gazinosu’na geçtim Zeki Müren’in kadrosuyla birlikte. İlk çıktığım sahne odur. Sonrasında ömrüm sahnelerde geçti. O dönemde yaşayan solistlerin hepsiyle paylaştım sahneyi. Gazinoda türkü söyleyen sanatçı da çok azdı. Sahneye Zeki Müren’le başladım. Müzeyyen Senar, Behiye Aksoy, Emel Sayın, Muazzez Abacı, Seçil Heper, Ela Altın, Samime Sanay… Yirmi yıl aralıksız çalıştım. Radyodan çıkıp, akşam sahneye veya ekstralara gidiyordum. Artık emeğimin karşılığını aldığım dolu dolu, çok parlak yıllardı. Yurtdışı turneleri bir yana, yirmi yedi
kez Anadolu turnesine çıktım, karış karış gezdim Anadolu’yu. TRT’den istifa etmiştim ama, program olunca istisnai akitle çıkıyordum radyoda.
Sonra Kültür Bakanlığı solisti oldum, nerede olursa olsun, yine konserler vermeye devam ettim.
Sizin gönül verdiğiniz müzik halk müziği. Peki, hiç arabesk söylediniz mi?
Arabesk müzik, tam da benim çıktığım dönemde patladı, birçok müzisyen arkadaşım arabesk müziğe kaydı. O dönemde benim plaklarımda
bana sazıyla eşlik eden saz arkadaşlarımdan Orhan Gencebay mesela. Orhan, o zamanlarda Ankara Radyosu’ndaki büyüğümüz Ahmet
Sezgin’in özel sazıydı. Bana ayrıca İstanbul’da düzenlenen Diyarbakır Geceleri programlarında da eşlik ederdi. Benim sazcılarımın hepsi arabeskçiydi. Bana yalvarıyorlardı plakçılar, bir kamyon para teklif ediyorlardı. Burhan Bayar, o dönemde benim saz heyetimdeydi, o da bestelerini okumam için ısrar ediyordu. Burhan Bayar, İbrahim Tatlıses’e eserlerini verip meşhur eden, imparator lakabını aldıran kişidir. Ama arabesk benim işim değildi, daha az kazanırdım ama bunca yıl emek verdiğim duruşumu bozamazdım. Radyoda aldığım eğitimi bir kenara atıp, müziğimi yozlaştıramazdım. Bunu arabeski kötülemek için de söylemiyorum ama benim işim değildi. Hiçbir şeyi kirletmeden, para aracı
olarak kullanmadan sanatımı icra etmek istedim.
Müzik evrenseldir ancak her bölgenin kendine has bir müziği var. Kültürün taşıyıcı unsurlarından biri olarak Diyarbakır müziğini nasıl yorumlarsınız?
Her yörenin coğrafi konumuna göre şekillenen bir yaşam şekli vardır. Bu yaşam şekli içerisinde yaşadıkları hayatı bazen mûsıkîye aktarırlar. Bu ağır bir yüktür ve sonraki kuşaklara da intikal eder. İnsanlar hayatlarındaki zorlukları, anıları, sevinçleri veya acılarını müziğe döker. Bu birikim, zamanla şekillenir ve bugün halk müziği dediğimiz forma girer. Halk müziğinin modası hiçbir zaman geçmez. Ben bunu altmış senedir duyuyorum, “Türkü bitti” diye. Ama her zaman taptaze yaşayan bir müziktir. Bu halk müziğinin gücüdür. Bu güce, Zeki Çetin’in jübilesinde bir kez daha şahit olmuştum. O dönemin bütün TSM sanatçılarının sahne aldığı programda, bir tek ben türkü söylemiştim. Dinleyiciden o kadar büyük bir beğeni almıştı ki, beraber sahne aldığımız Bülent Ersoy’un, bu teveccühe dayanamayıp programdan ayrıldığına şahit oldum. Bülent Ersoy’la uzun yıllar birlikte sahne paylaştık, öyle ki bir dönem değişmez kadro olmuştuk. Evimde sabahlara kadar uzun hava çalıştığımızı bilirim.
Bir de meşhur halk ozanımız Âşık Veysel’le de bir tanışmanız olmuş. Onu da bizimle paylaşır mısınız?
Tabii… Benim radyoda çalıştığım dönemde, TRT, halk sanatçılarını davet ederdi. Hem seslerini kaydeder, hem onları onure eder, destek verirdi. Âşık Veysel de davet edilmişti. Radyoda onu görünce “Veysel baba hoş geldin” deyip koluna girdim, stüdyoya g.türdüm, bu arada sohbet ettik. Onunla bütün görüşmem, on beş dakikalık bir bant süresiydi. Sazını çalıp türküsünü söyledikten sonra radyodan ayrıldı. Aradan üçbeş yıl geçti. Bir gün, yine radyodaydım, bir baktım kapıdan Âşık Veysel girdi, daha uzaktaydı ama. “Ooo Veysel Baba hoş geldin!” diye seslendim yine. “Kulağıma kaymak gibi bir ses geliyor” dedi beni duyunca. “Veysel Baba sen görüyor musun ya?” dedim, şaşırmıştım tabii… “Görmez miyim ya!” dedi, “Kaymak gibi sesi görmez miyim!” Böyle güzel bir anım vardır kendisiyle…
Son olarak, müzikle uğraşmak isteyen gençlere ne önerirsiniz?
Evet, gençlere önerim şu: Hangi müziği yaparlarsa yapsınlar, o müziğe inanarak doğru bir şekilde yapsınlar. Örneğin halk müziğine yeni bir boyut getireceğiz diye, bu müziği yaralamasınlar, zedelemesinler. Halkın potasından çıkmış, yıllarca yoğrularak, elenerek gelip kabul g.rmüş müziğimizi korusunlar. Çalışsınlar ve her daim müzikle iç içe yaşasınlar.
Ramazan Kızılkaya