İslâm’ın altın çağında bilim ve medeniyet şehri Diyarbakır-Ramazan Kızılkaya

Günümüzde baş döndürücü bir hızla ilerleyen bilim ve teknoloji, bugünlere gelene kadar yavaş, sakin ama emin adımlarla ilerledi. Geçmiş dönemlerde bulunan her keşif, ortaya konulan her icat, her deney veya gözlem, ‘bilim’ dediğimiz, gerçekliğe dayanarak ulaşılan bilginin duvarlarına bir tuğla daha koydu. Bilimsel bilgi, yüzyıllar boyu farklı coğrafyalarda, farklı bilim insanları eliyle durmaksızın üretilmeye ve geliştirilmeye devam etti. Bu sürecin dünya tarihindeki ana duraklarından biri de kuşkusuz Ortaçağ İslam medeniyeti dönemi. Ve bu medeniyetin şehirlerinden biri olan Diyarbakır, özellikle hayatının büyük bir kısmını burada geçiren Cezeri ile, bilim tarihinde haklı bir öneme sahip. ‘Diyarbakır’da Bilim’ temasını işlediğimiz bu sayımızda, bilimin yeryüzündeki macerasını, İslam dönemindeki gelişimini, Diyarbakır’ı ve Cezeri’yi, Kastamonu Üniversitesi Felsefe Bölümü hocalarından Prof. Dr. Yavuz Unat’la konuştuk. Söyleşiyi bizim için dergimizin yayın yönetmeni Ramazan Kızılkaya gerçekleştirdi.

Hocam, İslam Bilim Tarihi üzerine birçok çalışmanız var. Bu çerçevede bir medeniyet ve bilim şehri olarak Diyarbakır’ı değerlendirebilir misiniz?

 

Ortaçağ İslam dünyası dediğimiz zaman geniş bir zaman dilimi çıkar karşımıza. İslam uygarlığının kurulmasından yaklaşık 50-100 sene sonrasında İslam ortaçağında bilimsel bilginin canlandığını, geliştiğini ve özellikle 9. yüzyılda bilime önemli katkılar yapıldığını görüyoruz. Bu çalışmaları 14., 15. ve hatta Osmanlı’yı da sayarsak 16. yüzyıla kadar götürmek mümkün. Bu süre içerisinde Bağdat ve Şam gibi belirli bilim merkezleri çıkıyor karşımıza. Fakat özellikle 12. ve 13. yüzyıldan sonra Türklerin de devreye girmesiyle Türkistan, Fergana gibi bölgelerin de, bilime katkı sunan bilim insanlarının buraya davet edilmesiyle bir bilim ve kültür merkezine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Anadolu’da da özellikle Selçukluların hâkim olduğu bölgelerde yer alan Konya ve Kayseri ve yine önemli bilim ve kültür merkezlerinden biri olarak Diyarbakır ön plana çıkıyor.

 

Diyarbakır’ı, özellikle bilim ve kültüre büyük hizmetleri olan Artuklular’ın hâkimiyetinde olduğu dönemde önemli bir şehir olarak görürüz. Aslında Diyarbakır sadece Artuklular döneminde değil, tarihin ilk çağlarından beri mühim bir merkezdir. Doğu’dan Batı’ya uzanan yollar üzerinde bir köprü vazifesi gören Anadolu’nun önemli kavşak noktalarından biri olarak, önemli bir bilim merkezi haline gelmiştir. Günümüzde Diyarbakır’a baktığımızda adeta bir açık hava müzesi gibi olduğunu görürüz. Tarihin birçok döneminde yer almış farklı uygarlıklara mesken olmuş bu coğrafyada, ilk olarak Hurrileri, daha sonra Akadlılar, Asurlular ve Romalıları görüyoruz ki burada Romalıların olduğu dönemde Mithras inancı önemli bir kültür olarak karşımıza çıkıyor. Sonrasında Bizanslılar, Selçuklular ve Artuklular çıkar tarih sahnesine. İşte Diyarbakır özellikle Selçuklu ve Artuklular döneminde tam bir bilim ve kültür merkezi hüviyeti kazanmıştır diyebiliriz. 

 

İslamiyet öncesindeki dönemde de Diyarbakır’da bilimsel çalışmaların varlığından bahsedebilir miyiz?

Diyarbakır birçok millete veya devlete ev sahipliği yapmış köklü bir şehir. Özellikle Roma dönemindeki Mithras inancının gökyüzüne olan merakını, biz günümüzde Zerzevan Kalesi vasıtasıyla görebiliyoruz. Ancak şunu da söylemek gerekir ki, Diyarbakır hiçbir zaman Artuklular dönemindeki gibi büyük bir bilim ve kültür varlığına sahip olmamıştır. Yani şehrin bilim ve kültür anlamın- da en güçlü olduğu dönem Artuklu dönemidir. 

 

Bugün teknoloji ve bilim anlamında öncü olan Batı, Ortaçağ’da karanlık içindeyken, İslam medeniyeti altın çağını yaşıyordu. Bu dönemi İslam medeniyeti açısından ‘altın çağ’ yapan şey neydi? 

Bilim tarihine bir bütün olarak baktığımızda, bilimin eski Mısır ve Mezopotamya’da doğduğunu fakat Antik Yunanlıların eliyle geliştirildiğini söyleyebiliriz. Bilim Tarihi’nde Ortaçağ’ı, daha açık anlayabilmek için iki döneme ayırırız: İslam Ortaçağı ve Batı/Hıristiyan Ortaçağı. Dediğiniz gibi Batı Ortaçağı’nda bir dönem, yaklaşık 12. yüzyıla kadar, karanlık bir çağ olarak karşımıza çıkıyor. Bunun temel nedeni Romalıların hâkimiyeti olan bölgelerde Hıristiyanlığın ortaya çıkışı ve Hıristiyanlığın da Roma’ya karşı olması nedeniyle Roma’nın sahip olduğu kültüre bir başkaldırıdır aslında. Batı’da Antik Yunan bilim mirası bu yüzden reddedilmiştir. Buna karşılık 8. yüzyıl sonrasında İslam Uygarlığı ortaya çıktığında Antik Yunan’ın mirasıyla karşılaşmış ve bundan çok etkilenmiştir. Dolayısıyla bilimin gelişmesinde evrensel anlamda bir kopukluk yaşanmamıştır. Yani Batı’daki kopukluğu bir yerde İslam Uygarlığı devam ettirmiştir. Müslüman bilim insanları, sadece eski metinleri, kitapları alıp okumakla veya değerlendirmekle kalmamış, daha da ileri bir seviyeye götürmüştür. 

 

Bunun temel nedenlerine bakarsak, neler söyleyebiliriz? 

Her uygarlık ortaya çıktığında belirli bir kültürel temele ihtiyaç duyar. Bu kültürel temeli İslam uygarlıkları doğru yerde, bizim pozitif bilim dediğimiz yerde aramışlar. Çünkü bunlar aslında mühendisliğin ve bir yerde de sanatın temelleridir. Dolayısıyla İslam uygarlığının ilk döneminde hükümdarlar bilimsel bilgiyi geliştirmek için çaba harcamış, bilim insanlarını desteklemiş ve devlet bütçesinden pay ayırmışlar. Aynı zamanda, çağı yakalayabilmek adına o çağın bilimsel kaynaklarına ulaşabilmek için de gayret sarf etmiş ve bu kaynakları iyi bir şekilde değerlendirmişler. Ayrıca şunu da söyleyebiliriz, din açısından baktığımızda İslam, bilime olan bakış açısında da yüksek bir yere sahip ve İslam toplumları bunu doğru bir şekilde kullanmışlar. Kur’an-ı Kerim “Oku!” emriyle başlıyor. Dolayısıyla araştırmaya ve okumaya önem verilmiş ve İslam dünyası bilimsel bilginin gelişimini daha sonra Batı’ya taşımış. Batı 12. yüzyıldan sonra bu gelişmeleri fark edip Rönesans’a doğru bir gidiş başlatmış. Burada aynı zamanda bilimsel bilginin gelişiminin farklı uygarlıklar tarafından ortaya konulan bir süreçle karşımıza çıktığını görüyoruz.

 

Hocam, en başta da değindik ama bilim İslam medeniyetinin eliyle yükselişe geçtiği sırada, ön plana çıkan İslam şehirlerinden ve Diyarbakır’dan biraz daha bahsedebilir misiniz? 

Evet, belki İslam öncesinden başlamak gerekir bu merkezlere. Çünkü İslam uygarlığında bilimsel bilginin ortaya çıkışında Batı’dan gelen bilim insanlarının payı aslında oldukça yüksek. Batı’daki bu karanlık dönemden, baskı döneminden kaçan bilim insanlarının bir kısmı, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne geliyorlar. Harran’a ve belki Romalılarla birlikte Diyarbakır’a yerleşiyorlar. İran’da da Cündişapur’a yerleşiyorlar. Bu şehirlerde bilimsel bilgi, ekoller vasıtasıyla yaygınlaşıyor. İslam uygarlığı başladıktan sonra da Müslümanların kurduğu ilk önemli bilim merkezi Şam ve Bağdat oluyor. Daha sonra bu merkezlere, Türkistan bölgesindeki Fergana, Semerkant, Buhara gibi şehirler de dâhil oluyor. Antik Yunan’dan ve Roma’dan beri önemli bir merkez olan İskenderiye ve Osmanlı ortaya çıktığında da İstanbul karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla Şam, Bağdat, Fergana, Semerkant, Buhara, İskenderiye ve daha sonraki yüzyıllarda İstanbul gibi şehirler, İslam dünyasında önemli bilim merkezleridir. Artukluların hâkimiyetiyle birlikte, 11. ve 12. yüzyıldan sonraki dönemde de Diyarbakır çok daha önemli bir bilim merkezi oluyor. Bunun temel nedeni şu olabilir: Artuklular hâkim olana kadar belki de şehirde hem bilim insanlarını destekleyecek büyük devlet adamları yoktu hem de Moğolların saldırısı gibi birtakım savaşlar nedeniyle

Her uygarlık ortaya çıktığında belirli bir kültürel temele ihtiyaç duyar. Bu kültürel temeli İslam uygarlıkları doğru yerde, bizim pozitif bilim dediğimiz yerde aramışlar. Çünkü bunlar aslında mühendisliğin ve bir yerde de sanatın temelleridir. Dolayısıyla İslam uygarlığının ilk döneminde hükümdarlar bilimsel bilgiyi geliştirmek için çaba harcamış, bilim insanlarını desteklemiş ve devlet bütçesinden pay ayırmışlar.”

şehirde belki de birlik ve düzen sağlanamıyordu. Şehre Artuklularla birlikte belirli bir düzenin geldiğini görüyoruz. 

Artuklular döneminde Cezeri’yi Diyarbakır’a getiren sebep de bu olmalı…

Evet… Diyarbakır’da birçok önemli bilim insanından söz edebiliyoruz. Fakat bunlar içerisinde en fazla ön plana çıkan, mühendislik alanında gerçekleştirdiği önemli başarılarla anılan İsmail b. er-Rezzaz el-Cezeri’dir. Cezeri, Artuklu hükümdarı Nureddin Muhammed’in davetiyle geliyor Diyarbakır’a. Nurettin Muhammed’den sonra, Kudbeddin Sökmen ve Sultan Nasiruddin Mahmud zamanıyla birlikte, Artuklu Sarayında, yaklaşık 26 yıl bilime hizmet ediyor. Tabi, Cezeri’yi anlayabilmek için onun etkilendiği bilim insanlarının da olduğu ve milattan önceki ve sonraki birinci yüzyılları kapsayan bilimsel süreci anlamak gerekiyor. Bu yüzyıllar, İskenderiye’de ‘İsken- deriye Mekanik Okulu Temsilcileri’ denilen ekolün etkin olduğu yıllardır. Bu temsilciler, su gücünü, havayı veya Arşimet’in kurduğu denge prensibini kullanarak birtakım alet- ler yapıyorlar. Fakat bu aletler daha çok insanları hayrete düşürmek, şaşırtmak için yapılan aletler. Antik Yunan kaynaklı bilimsel birikimin devamı neticesindeki bu çalışmalar İslam dünyasına da geçiyor. İslam Dünyası, İskenderiye Mekanik Okulu temsilcilerinin çalışmalarından haberdar çünkü. O dönemde yazılan kitaplar Arapça’ya çevriliyor. Bugün bu okulun temsilcilerinin yazdığı orijinal Yunanca kitapları bulamıyoruz ama Arapça çevirilerini bulabiliyoruz. 9. yüzyılda Musa Kardeşler’le, sonrasında da birkaç bilim insanı ile devam ettirilen bu çalışmaları, en yüksek seviyeye getiren Cezeri oluyor. Tabii ki Cezeri de, Heron’dan, İskenderiye Mekanik Okulu’ndan, Arşimet’ten haberdar. Kitabında onlardan bahsediyor, hatta “Ben onların yöntemlerini kullandım. Onların yöntemlerinde başarısız olunca, şu yöntemi denedim…” diyerek kendi yöntemini anlatıyor. Buradan Cezeri’nin, mühendislik aletlerini deneme yanılma yoluyla yaptığını öğreniyoruz. 

Hocam, Cezeri’nin yaptığı aletler içerisinde neler var ve bunlar niye önemli?

Cezeri’nin aletleri içerisinde en başta su saatleri var. Su saatleri, önce İskenderiye Mekanik Okulu temsilcileri tarafından, sonra Çin’de yapılan çalışmalarla ve sonunda da Cezeri’nin yaptığı çalışmalarla belli bir gelişme göstermiş ve bu saatler 17. yüzyılda Batı’da mekanik saatlerin gelişimine zemin hazırlamıştır. Çünkü su saatleri, suyu belli bir iş gücü şeklinde kullanarak bize saatin ve dakikanın geçiş sürelerini verir. Filli su saati veya bardak su saati gibi birtakım çalışmaları var Cezeri’nin. Ama bunların dışında icat ettiği başka önemli aletleri de var. Bu aletlerin bir kısmı bizim bugün robotik dediğimiz aletler. Belki robot diyemeyiz ama robotun ilk örnekleri olarak görebiliriz. Robotu tanımladığımız zaman, kendi kendine çalışan ve duran bir aletten söz ediyoruz. İşte bunun ilk örneklerini Cezeri’de tam olarak görebiliriz. Hükümdarın abdest alması için kullanılan el yıkama makinesine baktığımızda mesela, bu makinede insan biçiminde bir figürün, elindeki ibrikten hükümdarın eline su döktüğünü görürüz. Daha sonra öteki eliyle hükümdara havlu sunuyor ve duruyor. Tabii bu robotun işletim mekanizmalarının çalışması için bir görevli tayin edilmesi gerekiyor. Yani bugünkü robotlar gibi olmasa da, onların temelini sağlayacak bu mekanik oluşuma ‘sibernetik’ diyoruz ve bu bilimin temellerini Cezeri’de görüyoruz. Bu açıdan Cezeri dünya bilim tarihi açısından oldukça önemli bir isim. 

Cezeri’nin yaptığı bu makinelerin halkın gündelik hayatına bir etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? 

Açıkçası bu konuda elimizde bir bilgi veya bulgu yok. Cezeri bu aletleri yaptığını söylüyor ama onun yaptığı aletlere ilişkin bir kalıntı da yok elimizde. Diyarbakır’da kazısı halen devam eden Artuklu Sarayı’nda bu konuyla ilgili bir buluntu ortaya çıkarsa, önemli bir bulgu olacak bizim için. Elimizde kalıntı yok ama Cezeri, kitabı ‘Kitabü’l-Hiyel’de bu aletleri hangi yöntemleri deneyerek yaptığını anlattığı için, yapıldıklarını biliyoruz. Ancak bunların günlük hayata girip girmediği konusunda bir bilgimiz yok maalesef. 

Peki, İslam bilim dünyasında bu çalışmaların devamı gelmiş mi? Yani, Cezeri kendinden sonra gelen bilim insanlarını ne derece etkilemiş? 

Maalesef, mekanik aletler konusunda İslam bilim dünyasında bir devamlılık göremiyoruz. Burada bir tek Osmanlı döneminde, 16. yüzyılda yaşamış önemli bilim insanı, astronom ve matematikçi Takiyüddin er-Rasıd’ın adını anabiliriz. O da Cezeri’ninkilere benzer mekanik aletler yapmış. Ondan sonra artık kimse bu konuya eğilmemiş.

Hocam, geçmişte Diyarbakır’da eğitim veren onlarca medresenin varlığı biliniyor. Bunların çoğu günümüze ulaşamamış olsa da en önemlilerinden Mesudiye ve Zinciriye Medresesi, bugün hâlâ ayakta. Bu medreselerde pozitif bilimlere dair nasıl bir eğitim veriliyordu?

Evet, bu medreselerin ikisi de Artuklu döneminden kalma önemli medreseler. Zinciriye Medresesi’nde pozitif bilimlere dair neler okutulmuş bilmiyoruz ama Mesudiye Medresesi’nde hangi derslerin okutulduğuna dair bir bilgiye sahibiz. Mesudiye, 1198 yıllarında Artuklu hükümdarı Melikü’l-Mesut tarafından kurulmuş Anadolu’nun en eski medreselerinden, en eski okullarından bir tanesi. Bu medresede, ilahiyat/teolojiye dair ilimlerle birlikte, astronomi, tıp, fizik, kimya, biyoloji ve felsefe dersleri de verilmiştir. Bu medreselerde kimlerin ders verdiğiyle ilgili bilgimiz kısıtlı. Ancak başka medreselerde ders vermiş ve Diyarbakırlı diyebileceğimiz bazı önemli bilim insanlarından bahsede- biliriz. Bunlardan bir tanesi Seyfeddin Amidî’dir. 12. yüzyılda yaşamış, özellikle İslam’da felsefi tartışmaların yapıldığı bir ilim olan Kelam alanında çalışmış ve o dönemde Anadolu’da daha çok karşımıza çıkan Gazali ve Razi ekolünün temsilcile- rinden biridir. Bunun dışında Molla Gürânî’yi anabiliriz. Bazı kaynaklar- da farklı yerlerde doğduğu geçse de, muhtemelen Diyarbakırlı olduğu da söyleniyor. Onun da Kelam ilmiyle alâkalı bir kitabı var. Bu kitap Osmanlılarda uzun süre ders kitabı olarak okutulmuş. Gürânî’de de daha çok Gazali’ci ve Fahreddin Razi’ci bir felsefi anlayış görüyoruz. Aslında bu âlimler daha çok ‘Sezgici’ler yani bilginin sezgi yoluyla elde edildiğini savunuyorlar. Dolayısıyla çalışmalarını felsefi bağlamda daha çok Kur-an’ı Kerim’e bağlı olarak sürdürmüşler. Bunun dışında Muslihiddin-i Lârî’den de bahsedebiliriz. Lârî, 16. yüzyılda Diyarbakır’da yaşamış, Osmanlı medreselerinden Hüsreviye’de müderrislik yapmış ve meşhur Osmanlı bilgini, matematikçi ve astronom Ali Kuşçu’nun astronomi eseri ‘Fethiye’ye bir şerh yazmıştır. Ali Kuşçu’nun bu kitabının, 1830’lara kadar medreselerdeki astronomi derslerinde okutulduğunu biliyoruz. Muslihiddin-i Lârî’nin de böyle bir kitaba şerh yazmış olmasıyla, 16. yüzyılda Diyarbakır medreselerinde astronomi alanında Ali Kuşçu’nun etkisinin görüldüğünden bahsedebiliriz.

Diyarbakır tarihte kütüphaneleri ile de meşhur bir şehrimiz. Biraz da şehrin kütüphanelerinden bahsedebilir misiniz? 

Geçmişe baktığımızda bu bölgede birkaç tane önemli kütüphane olduğunu görüyoruz. Mardin’de, Musul’da, Bağdat’ta ve Diyarbakır’da… Bir milyonu aşkın kitabıyla Diyarbakır, bölgede kütüphaneler açısından çok önemli bir yerde duruyor. Şehirdeki en meşhur kütüphane, Akkoyunlu hükümdarı Ergani doğumlu Uzun Hasan’ın özel kütüphanesidir. Kitap sayısının bir milyon civarında olduğu söylenen bu kütüphaneyle ilgilenen altmışa yakın personelden söz edilir. Bu kitap sayısı, o dönemdeki önemli birkaç medresede bulunan kitapların toplamı da olabilir. Kaynaklara baktığımızda, Sultan Selahaddin Eyyûbî’nin, şehri aldığında bu kütüphanede çalışan bir memura, bürokrata veya belki de muhtemelen o dönemin kadısı diye geçen bir kişiye bu kitapları verdiği söyleniyor. Kimi yerde de bu kişi için Eyyûbî’nin danışmanı deniyor. Bu kitaplar 70 tane deveye yüklenerek Mısır’a gönderilmiş. Ancak niye gönderildiğine dair bir malumat yok elimizde. Diyarbakır’da 1886’da yedi olan kütüphane sayısı, buna benzer birçok sebeple 1901’e gelindiğinde üçe inmiş. 

Hocam, Sultan Selahattin Eyyûbî’nin kitapları Mısır’a göndermesi, Diyarbakır’ın ilmî hayatını etkilemiş midir? 

Muhtemelen bilimsel bilgide önemli bir gerilemeyi başlatmış olmalı. Zaten bilim tarihine baktığımızda kütüphanelerin yakılması, yok edilmesi, o bölgede bilimsel bilginin gerilemesinin bir nedeni olarak gösterilir. Diyarbakır için de böyle bir gerilemeden söz edebiliriz. 

İslam’ın altın çağında bilim üreten bu coğrafya tekrar bilim üretebilir mi, ne dersiniz bu konuda? 

Evet, en önemli problem bu aslında… Bugünün Doğu dünyasına baktığımızda, Batı’ya nazaran bilimde oldukça düşük bir seviye görüyoruz. Doğu’nun, bizim de içinde bulunduğumuz bölgenin, bilimsel bilgide yükselmesinin nasıl sağlanacağına ilişkin ipuçları aslında geçmişteki örneklerde yatıyor. Bilim ve kültür tarihinde bakmalıyız bunun için. Daha, Antik Yunan’da bilimin olmadığı dönemlerde bilimde yüksek bölgeler, Mısır ve Mezopotamya’dır. Antik Yunan, özellikle Mezopotamya’daki Selevkitler dönemindeki yüksek bilgiden yararlanıyor ve farklı bir bakış açısıyla değerlendirerek felsefeyle birlikte bilimsel bilgiyi de geliştirmeye başlıyorlar. 

“Bilgiyi özgür ve eleştirel bir bakışla elde etmemiz ve Batı’da yapılan çalışmaları alıp bunların daha yukarısına çıkmamız gerekiyor. Genellikle bizde şöyle bir düşünce var, teknolojiyle bilim karıştırılıyor. Yani teknik bilgiyi aldığımız takdirde kendimizi çağdaş bilimle donanmış gibi hissediyoruz. Bu yanlış bir düşünce çünkü teknolojiyi elde etmek kolaydır. Belli bir miktar para verip o teknolojiyi satın alabilirsiniz ama asıl önemli olan o teknolojinin ardında yatan bilimsel bilgidir.”

Ortaçağ’a geldiğimizde Batı’da bu bilgiye olan bakış farklılaşıyor. Çağdaş bilgi reddediliyor ve karanlık bir döneme giriliyor. Hâlbuki İslam dünyası bu bilgiyi reddetmeden alıyor, içselleştiriyor ve geliştirerek daha yüksek düzeye çıkartıyor. 12. yüzyılda Batı geride kaldığını fark ederek, yeniden o çağdaş bilgiyi yakalamak üzere Arapça kaynaklara başvuruyor ve geliştirerek Rönesans’a ulaşıyor. Biz Doğu’daki bilimsel gelişimi 16. yüzyılda yaşamış Takiyüddin’e kadar devam ettirebiliyoruz. Takiyüddin’in İstanbul’da kurduğu gözlemevi 1580’de yıktırılıyor ve ondan sonra da Osmanlılarda ve Doğu’da yüksek düzeyde bilim bulamıyoruz. Batı’da ise 17. yüzyılda Rönesans döneminde bilimsel devrimler dönemi başlıyor. Batı’nın bilime bakışı farklılaşıyor, artık deneysel bilimler ve matematiğe verilen önem ön plana çıkıyor. Osmanlı bu değişimi yakalayamıyor. Dolayısıyla Doğu dünyasının bilimsel bilgiye yüksek düzeyde katkı yapması için öncelikle çağdaş bilimi anlaması ve yakalaması lazım.

 

Bu nasıl gerçekleştirilebilir?

Bu yolda atılacak en önemli adım, çağdaş bilime ilişkin kaynakların çevrilmesi. Antik Yunan’da Mısır ve Mezopotamya’daki eserler çevrilerek Yunanca’ya, İslam dünyasında Yunanca eserler Arapça’ya, 12. yüzyılda da Arapça eserler Latince’ye aktarılmış ve bilim bu şekilde gelişimini sürdürmüştür. Çeviri yapılırken çağdaş bilimin bize uygun ya da uygun olmaması diye bir problemin ortadan kaldırılması lazım. Yani bütün bilimler her şeyi geliştirir. O bilgiyi öğreneceksiniz, karşıysanız da öğreneceksiniz. O bilgiyi öğrenmeden açamazsınız. Bilgiyi özgür ve eleştirel bir bakışla elde etmemiz ve Batı’da yapılan çalışmaları alıp daha yukarıya çıkarmamız gerekiyor. Genellikle bizde şöyle bir düşünce var, teknolojiyle bilim karıştırılıyor.Yani teknik bilgiyi aldığımız takdirde kendimizi çağdaş bilimle donanmış gibi hissediyoruz. Bu yanlış bir düşünce çünkü teknolojiyi elde etmek kolaydır. Belli bir miktar para verip o teknolojiyi satın alabilirsiniz ama asıl önemli olan o teknolojinin ardında yatan bilimsel bilgidir. Bugün Ay’a çıkmaktan söz ediyoruz. Uzay ajansımız var fakat teknolojiyi kullanacaksak, teorik bilgiyi de çok iyi bilmemiz lazım. Newton’un çekim yasasını da, görelilik kuramını da, hatta artık kuantum kuramını da bil- memiz gerekiyor. Bunları bilmeden yapabileceğimiz tek şey, dışarıdaki insanlara para verip onlarla birlikte yukarı çıkmak olur. Asıl önemli olan bilimsel ve kuramsal bilgiyi elde etmektir. Bunu elde edersek, bundan sonra oluşacak kuramsal bilgilerde biz de rol alabiliriz. Yani çağdaş kuramsal bilgileri bilmeden yeni kuramsal bilgiler ortaya atamayız.

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir