Diyarbakır, insanlığın ortak medeniyet hikâyesidir. İlkçağlardan bugüne kadar akıp gelen görkemli medeniyet ırmağı ilkin, Diyarbakır’ın da içinde bulunduğu Mezopotamya’nın düzlüklerinde akmaya başlamış ve buradan bambaşka memleketlere doğru yol almıştır. Şehrin her bir cüz’üne sinen bu ruh, binlerce yıl üst üste konularak biriktirilen bir medeniyet hayalini de her daim taze tutmuştur. “Diyarbakır’da Medeniyet” temasını işlediğimiz bu sayımızda, Diyarbakır’ın medeniyete kattığı zenginlikleri daha iyi tanıyabilmek için Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Coğrafya Eğitimi Anabilim Dalı hocalarından Prof. Dr. Sabri Karadoğan’la konuştuk. Söyleşiyi bizim için Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü hocalarından Doç. Dr. Oktay Bozan gerçekleştirdi.
Öncelikle “şehir ve medeniyet” üzerinden girelim konuya… Belki onlarca tarifi vardır ama sizce “Medeniyet” ne anlama geliyor ve medeniyetin şehir üzerindeki etkisi nasıldır?
Medeniyet, insanoğlunun yeryüzünde oluşturduğu maddi ve manevi birikimlerdir. Kültürel anlamda ulaştığı seviyedir. İnsan, zihnindeki tasavvuru gerçekleştirebildiği ölçüde medenidir; bu yönüyle aslında medeniyetin, insanların değerler sistemi üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Bu değerler dini inançlar da olabilir, felsefi düşünceler de. Bu açıdan medeniyet, bu değerler manzumesinin ete kemiğe büründüğü ve kimlik kazandığı bir görünümdür. Bunu öncelikle şehirlerde görüyoruz. Şehir, bir bakıma, medeniyetin cisimleşmiş, somutlaşmış halidir. Bu nedenle özellikle eski şehirlerin medeniyet açısından çok büyük önemi vardır.
İnsanlar, arkeolojik bilgiler ışığında bildiğimiz kadarıyla, şehirleşme olmadan önce mağaralarda, ağaç kovuklarında veya derme çatma barınaklarda yaşamışlar. Tarihöncesi dönemlerde yaşayan bu insanlar, henüz bu şehirlerdeki birikimi oluşturacak görgüye ve kültüre sahip değillerdi. Dolayısıyla ihtiyaçlarını karşılamak için tabiatın kendilerine verdiği imkânlardan faydalanıyor, barınmak için mağaralara sığınıyorlardı. Avlanırken, giysilerini yaparken veya herhangi bir günlük eşyayı üretirken, bir alete ihtiyaç duydular. Henüz madenlerden yararlanma bilgisine sahip olmayan bu insanlar ilk olarak ağaçlardan ve sonra da taşlardan faydalanmışlar. Delici ve kesici özelliği yüksek sert taşları tercih etmişler tabii, volkanik bir taş olan obsidyen ve çakmak taşı gibi. Bu doğal malzemelerle yapılmış aletler, insanların ilk kullandığı aletlerdir ve bulunduğu coğrafyalara diğerlerine göre bir üstünlük kazandırmıştır. Kuruluş yeri olarak Diyarbakır, yakın çevresinin bu gibi doğal malzemeler açısından zengin olduğu bir coğrafyada yer alır.
İlk şehirler Akdeniz Havzası’nda, Ortadoğu’da, Doğu Akdeniz’de, Ege çevresinde ortaya çıkmış. Bunda devletlerin etkisi olduğu kadar, semavi dinlerin de büyük payı var. Doğu Akdeniz’de Kudüs, Nil deltasında Kahire, Arabistan Yarımadası’nda Mekke, Medine, Bağdat; sonra Anadolu coğrafyasında Diyarbakır, Urfa gibi kadim şehirler, medeniyetin tecessüm etmiş halidir. Buralarda medeniyet karşımıza, gerçekten hayranlık verici ölçüde, tamamen insan elinden çıkmış somut yapılar olarak çıkar.
Hocam medeniyet o zaman coğrafyayla birebir ilişkili. Diyarbakır da insanlık tarihi kadar eski bir coğrafyada, “Medeniyetin Beşiği” Mezopotamya’da yer alıyor. Medeniyet, özellikle Cilalı Taş devri de denen Neolitik dönemde başlıyor. Kaba Taş veya Yontma Taş dönemlerini dışarıda tutabiliriz, zira medeniyet şehirleşmeyle başlayan bir olgu. Kelimenin kökeni de şehir anlamındaki “medine”den türemiş zaten. Bu Batı’da da böyledir; Batı dillerinde medeniyet karşılığı olan “civilisation” kelimesi Latince’de “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesinden gelir. Her halükârda medeniyet şehir ile başlıyor. Diğer bir ifadeyle yerleşik hayata geçişle… Konargöçer avcı toplayıcı topluluklar bu anlamda medeniyete bir katkı sunmuyor. Bu açıdan baktığımız zaman medeniyetin ilk kıvılcımlarını bu topraklarda görmemizin sebebi nedir?
Evet, bunun sebeplerinden biri, belki de en önemlisi Diyarbakır’ın çevresinde bulunan zengin yer altı kaynaklarıdır. Taş Devri’nden sonra başlayan Kalkolitik Çağ/Bakır Çağı, insanların hayatına yepyeni bir sayfa açmıştır. Bu devirde insanlar taşla birlikte ilk kez bir madeni, bakırı kullanmaya başlamışlardır. Dünyada bakırın ilk keşfedildiği yer, Diyarbakır’ın kuzeyindeki Ergani madeni dediğimiz yerdir. İlk bakır boncuklar da Ergani yakınlarındaki Çayönü’nde ve Urfa’daki Nevali Çori’de görülmüş, sonra da Batman Çayı kıyısında Çemi Hallan’da ve Malatya’daki Arslantepe höyüğünde. Tümü Çayönü’ndeki buluntularla benzerlik gösterir. Bakır önce doğadan nabit renkli mineraller olarak toplanmış, soğuk tekniklerle işlenerek süs eşyası, takı vs. yapılmıştır. Isıtılıp ergitilerek yeni aletler üretilmesi daha sonradır. Bakırla birlikte insan hayatına taştan sonra bir “maden”in girmesi, insanlık tarihinde büyük bir medeniyet dönüşümüne işaret eder. Bu keşif, bir zanaatın ortaya çıkmasına, takas usulü ticaretin gelişmesine veya silah yapıp üstünlük kurmaya yol açmıştır. Üretim için yerleşik bir düzen gerekli, atölyeler gerekli. Bütün bu faaliyetlerin gerçekleştiği yer de Çayönü’dür.
Hocam, bu da bize Diyarbakır’ın kesintisiz bir yerleşim yeri olduğunu gösteriyor. Bu bölgeyi farklı kılan özellik bu galiba…
Evet, Diyarbakır ve Bismil çevresinde Tunç çağlarına tarihlenen birçok höyük bulunuyor. Bakır Çağı’ndan sonraki en büyük adım, bakıra kalay katılarak elde edilen bir alaşım olan tuncun bulunmasıdır. Tunç Çağı, artık devletlerin ve kentlerin ortaya çıktığı bir dönemdir. Şehrin ilk kurulduğu yer olan İçkale’deki Amida Höyük’te yapılan kazılarda Tunç Çağı’na ait elde edilen önemli buluntular var. Bütün dünyayı değiştiren, dönüştüren, ardı sıra gelen dönemlere damgasını vuran olaylar ya da medeniyet değişimleri aslında ilk burada yaşanmış. Neolitik’ten Kalkolitik’e geçiş burada olmuş, aynı şekilde Tunç Çağı da, Demir Çağı da yaşanmış burada. Diyarbakır ve çevresi bu anlamda, medeniyet değişiminin filizlendiği yer olarak da görülebilir.
Bu çağda madem organize bir işbölümü ve yerleşim var. Küçük de olsa bir sanayi bile ortaya çıkmış. Peki bu organize nüfusun yerleşeceği şehirler kurulurken hangi saikler dikkate alınmış?
İnsanın bir yerde yerleşmeye karar vermesindeki birinci amil, bir su kaynağının varlığıdır. Su olmadan hayat olmaz. Kadim kentleri konumlarına bakarak tahlil ettiğimizde, kesinlikle bir su kaynağının varlığını görüyoruz. Dicle ile Fırat Mezopotamya’yı, Nil Mısır’ı, Ganj Hindistan’ı ve Sarı Irmak Çin’i beslemiştir. Bunların hepsi çevrelerinde büyük kentler ortaya çıkaran ve iklim değişse de kurumayan, tükenmeyen su kaynaklarına sahip coğrafyalardır. Bu anlamda Dicle ve Fırat, coğrafyanın insanlara bahşettiği en güzel armağandır. Karacadağ’ın zengin yeraltı sularıyla beslenen Dicle, insanlığın ilk yerleşim yerlerine de tanıklık etmiştir.
Dicle sadece şehri beslemiyor, aynı zamanda ticari bir ulaşım yolu olarak da kullanılıyordu. Şehirde üretilen birçok ürün, Basra’ya kadar Dicle vasıtasıyla taşınabiliyordu.
Evet, bu ulaşım kolaylığı da çok önemli… 100 sene öncesine kadar Dicle üzerinde “kelekçilik” yapan, şehre özellikle başka yerlerden odun veya başka ürünler taşıyan insanlar vardı. Dicle üzerinde yapılan bu taşımanın kökeni Asurlular’a kadar dayanır. Sonrasında Romalılar da devam ettirmişler. Botan Çayı’nın Dicle ile buluştuğu yerde bulunan ve günümüzde Ilısu Barajı’nın altında kalan Çattepe Höyüğü’nde yapılan kurtarma kazılarında antik bir liman yapısı ortaya çıkarıldı. Diyarbakır ve çevresinden, Dicle Nehri’nin kollarıyla kelekler tarafından toplanan ürünler, iki suyun birleşip en yüksek debiye ulaştığı bir yer olduğu için, Çattepe’den, tarihteki ismiyle Tell-Fafan’dan itibaren “sefine” adı verilen gemilerle Aşağı Mezopotamya’ya taşınıyordu.
Bu anlamda Diyarbakır, Dicle gibi bir su kaynağına sahip olmak ve büyük ticaret yollarının geçiş güzergâhında bulunmakla ayrıcalıklı bir yerde duruyor. Bu ayrıcalık şehre nasıl bir imkân sunmuş?
Diyarbakır, sahip olduğu bu coğrafi avantajlarla, tarih boyunca birçok devletin, birçok kabilenin ele geçirmek istediği bir yer olmuş. Bir devlet, bir toprağa niye sahip olmak ister? Dünya üzerindeki her şehir, böyle bir cazibeye sahip değildir. Ama Diyarbakır’ın tarihine baktığımızda 30-40 tane hanedanlığın gelip geçtiğini görüyoruz. Bunun birinci sebebi su kaynakları, ikincisi de coğrafi konum ve buna bağlı avantajlardır.
İnsanlar, şimdi olduğu gibi geçmişte de güvenli ve emniyetli yerlerde meskûn olmayı istemişlerdir. Bir coğrafyanın topoğrafik olarak muhkem olması çok önemli. Su kaynağı ve verimli topraklara sahip olduktan sonra, eğer ulaşım yollarının kavşağında bulunuyorsanız, şehrinizi güçlü bir kale ile emniyete almanız gerekir. Bazalt bunun için çok elverişli bir malzeme. Bu volkanik taş, dış faktörlere, yağmura, kimyasal çözülmeye, fiziksel parçalanmaya dayanıklı bir kayaçtır. Diyarbakır’ın ilk sakinleri de, bu taşın varlığından faydalanarak surlar yapmış, şehir yapıları inşa etmişlerdir. Güvenliğinizi sağladınız, tükenmez su kaynaklarınız var ve temel besin maddelerini üretebileceğiniz bahçeleriniz, bağlarınız bostanlarınız var. Artık burası insanları cezbeden herkesin yaşamak istediği ideal bir yerleşim yeri olur. Bundan sonra artık buraya medeniyet tasavvurunuzdaki maddi öğeleri yerleştirebilirsiniz. Kilise, cami, sinagog, çarşılar, bedestenler, hanlar, hamamlar çeşmeler, en ince detayına kadar düşünülmüş yaşam alanları…
Tarihte birçok kavim, yerleşmek için, savunmaya müsait yüksek yerleri tercih etmiş. Ama şehir bir ova üzerine kurulacaksa, çevresini mutlaka surlarla donatmak zorundadır. Bu anlamda Diyarbakır surları şehrin koruması, zırhı, kalkanıdır.
Evet, 1950’lere kadar şehrin dört kapısı akşam kapatılır, sabah açılırmış. Böylesi bir güven ortamını bugün hayal etmek bile zor. Böylesi bir emniyet içinde bütün finans işlerinizi, ticaret ortamınızı, siyasî yapılanmanızı, toplumsal örgütlenmenizi ve yönetim mekanizmanızı güvenle kurabilirsiniz. Diyarbakır surlarını sadece şehri koruyan, üst üste yığılmış taşlar olarak göremeyiz. Uzunluğu, yüksekliği ve kalınlığıyla inşa eden ustaların mimarî dehasını veya burçların üzerine yerleştirilmiş kitabe ve figürleriyle sanatsal yönünü de görebilmeliyiz.
Bazen medeniyetler şehirleri, bazen de şehirler medeniyetleri doğurur. Mesela Abbasi medeniyeti Samarra’yı inşa etmiştir. Ama Diyarbakır gibi şehirlerde burada yaşayan kavimler, şehrin sunduğu imkânlardan dolayı medenileşmiş ve bir medeniyet inşa etmişlerdir. Diyarbakır bu konuda nasıl bir avantaja sahiptir?
Diyarbakır gibi bünyesinde ticareti ve üretimi de barındıran ve gerçekleştiren eski kentler, hep bir adım önde olmuşlardır.
Taşa ve toprağa dayalı endüstri yanında tarım ve hayvancılığa dayalı endüstri ve zanaat kente büyük bir ticarî canlılık ve katma değer katmıştır. Diyarbakır’ın o dönemde Türkiye’nin en önemli ipek üretim merkezi olduğunu görüyoruz. Hem Diyarbakır ipeğinin, hem de civarda çıkarılan bakır madeninin ülke dış satımında önemli bir payı vardır. Cumhuriyet döneminde 1970’lere kadar bu dinamizm devam ediyor.
Bakır madeninin varlığı, tarımsal ürünler, ipekböcekçiliği, tekstil, dericilik, Diyarbakır’a tarihte büyük bir zenginlik getiriyor.
16. ve 17. yüzyıl Diyarbakır’ın altın çağıdır, en görkemli dönemidir. Bu dönemde ciddi bir yatırım var şehirde, zenginlik var, ekonomik potansiyel var. Tüm bu kaynak ve üretim zenginliği yanında en önemli avantaj şehrin doğu-batı-güney, kısmen de kuzey ticaret ve ulaşım güzergâhı üzerinde olmasıdır. Dolayısıyla kültürler ve coğrafyalar arasında bir bağ oluşturan bir yerleşme, medeniyeti de bünyesinde somutlaştıracaktır.
Peki, hocam, bu coğrafî konum ve kolay ulaşılabilen bazalt taş, mimariyi nasıl etkilemiş? Bu birikim kültüre, yapılara, insanlara nasıl yansımış?
Diyarbakır’a, yapı malzemesi olarak çok yaygın bulunan ve kolayca elde edilebilen bazalt taş tam anlamıyla damgasını vurmuştur diyebiliriz. Ancak sadece bazalt da değil, Ulu Cami’nin veya Behram Paşa Camii’nin sütunlarına baktığımızda kalkerin ve mermerin de bazaltla beraber kullanıldığını görürüz. Bir tarihçinin dediği gibi, bir yerde taş varsa medeniyet vardır. Çünkü taş kalıcıdır. Bugün Diyarbakır’da, Roma’nın da, Artuklu’nun da, Akkoyunlu’nun da veya Osmanlı’nın da koyduğu taş yerinde duruyor. Bu yapılar kültürle gelen somut göstergelerdir. Yapıyı yapanların hayata bakışının, kültürel zenginliğinin yansımasıdır. Eğer düşünce yapıları ve felsefeleri zenginse, bu şehrin geçmişine bir medeniyet izi bırakabilmişler demektir. Yani sadece ticaret ve endüstri değildir şehri medenileştiren; müziktir, edebiyattır, sanattır ve mimaridir de. İnsanlar, kültürel zenginliklerini bu medeniyet öğeleri vasıtasıyla yansıtırlar. Bu açıdan şehri şekillendiren bir duvara, bir kapıya, bir hamama, bir çeşmeye baktığımız zaman, alelade bir yapı aklımıza gelmemeli, insanların oraya kendilerinden bir şey kattığını görebilmeliyiz.
Bugün Diyarbakır’da Suriçi’nde, Ulu Cami çevresinde dolaşmakla Diclekent’te dolaşmak aynı etkiyi bırakır mı bizde? Ulu Cami’nin üç kapısı vardır. Herkes girer çıkar oradan, aynı havayı teneffüs eder, huzur bulur. Caminin avlusu, önündeki meydan herkese açıktır. Kralın, padişahın, yöneticinin, belli bir zümrenin değildir orası. Şehrin insanı böyle yerlerde aidiyet hisseder. Eskiden aileler çocuklarını çarşıya gönderdiklerinde, mutlaka Ulu Cami’nin avlusundan geçilirdi. Her seferinde insana çok şey katan anlatılmaz bir deneyimdir bu. Taşlardaki ince estetik ve yapıların görkemini teneffüs etmenin, şadırvanlardaki suyun sesini dinlemenin ve ondan bir yudum içmenin, caminin geniş avlusunda özgürce koşup oynamanın yanında, avludaki insanların erdemli ve edepli duruşlarından, giyim kuşamlarından, davranış ve sohbetlerinden çok şey alıp öyle eve dönersiniz. İnsana güven, huzur ve bilgelik veren bir mekân başka nasıl inşa edilebilir ki…
Bugün insanlar huzuru başka yerlerde arıyor sanki…
Evet, günümüz modern şehirlerinin anıtsal yapıları AVM’lerdir. Cebinizde para varsa orada huzur bu lursunuz deniyor bize. Ama böyle bir yerde kaç saat huzur içinde dolaşabiliriz, burası bize ne katar? Şimdiki yeni nesil böyle yerlerle biçimleniyor; çünkü şehirler de mekânlarıyla bizi biçimlendiriyor aslında. Yani siz yaşadığınız, dolaştığınız, teneffüs ettiğiniz şehri inşa edersiniz, şehir de sizi inşa eder. Çünkü mekânların da bir ahlâkı ve ruhu vardır. Tarihî yerlere de bir rağbet var evet, ama anlamaya çalışan pek yok. İçkale’ye gelip de müzeleri ziyaret etmiyor kimse. Dışarıda selfie çekinen birine sorsanız “Körtiktepe’nin boncuklarını gördünüz mü?” diye, muhtemelen çoğunluğu “Hayır” diyecektir.
O halde şehirde yaşamak değil de, şehri yaşamak ve anlamak gerek…
Evet, bir yerden geçerken burası Bizans kilisesidir, burası camidir, burada Mervânî vardı, Selçuklu, Eyyûbî vardı diyebilmeliyiz. Bunu bilmezsek şehirleri hoyratça kullanırız. Diyarbakır gibi tarihi bir şehirde yaşamak bir birikim gerektirir. Geleneksel terbiye ya da modern okumayı gerektirir. Başka türlü olmaz. Yani şehirli olmak gerekir. Şehirli olmak demek, o şehrin kimliğini taşımak, o şehre bir şeyler katmak demek. Bu, edebiyatla, müzikle, mimariyle, sanatla olur, bilimle olur. Medeniyete bir taş eklemekle olur. Şehirli olmak budur. Yoksa şehirde ticaret yapmışsın, fabrikalar kurmuşsun, yüksek binalar dikmişsin, şehri tüketmişsin, bunlar seni şehirli yapmaz. Onlar sana şehrin aidiyetini vermez. Diyarbakır 639 yılından beri bir İslam şehridir. Dünyada el değiştiren birçok eski kentin aksine, yeni sosyal ve siyasal yaşam, eski kültür ve inanç unsurları üzerine eklemlenerek devam etmiştir. Buradan geriye doğru baktığımızda neyi kaçırmışız, neyi yakalamışız medeniyet adına bakmak lazım. Bizim medeniyetimiz neyi baz alıyordu, biz neredeyiz? Şehir olarak, çok talihsiz dönemler yaşadık.
Ama artık bir dönüşüm, uyanış var. İnsanlar farkına varıyor, sahipleniyor. Birçok tarihî yapı ruhuna uygun şekilde restore ediliyor. Burada dikkat edilmesi gereken bu tarihi mekânları, ticarete yönelik yerlere dönüştürmemek, mümkün olduğunca kültürel amaçla kullanmak. Şehrin binlerce yıllık tarihî geçmişine, medeniyet birikimine uygun olan da budur.
Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.