Ergani adını ilk defa okul sıralarında, coğrafya kitaplarımızda görüp belledik. Orada zengin bakır yatakları vardı, biliyorduk, o yüzdendir ki bugün bile bakır deyince Ergani, Ergani deyince bakır gelir aklımıza. Ama hepsi bu mu? Ergani’nin Yukarı Mezopotamya’da önemli bir yerleşim yeri olması, çağlar öncesine uzanan bir yolculuğa çıkarabilir oysa bizi… Mezopotamya deyince bir kere, bilirsiniz, insanlığın ilk adım sesleri duyulur gibi olur, hayat her yerden önce orada; yeryüzünün iki nehir arasında kalan o bölgesinde, bacalardan duman nasıl yükselirse, öyle yükselmeye başlar. Yerleşik hayatın ilk izleri, taş taş üstüne örülen ilk evler, toprağa bırakılan ilk tohumlar, ilk hasatlar, ilk köyler, ilk kentler… Ergani’ye doğru yol almak tarih öncesi çağlara adım adım yaklaşmak gibidir işte. Ama o zamanın ruhunu nerede yakalayacağınızı söylemeden önce bugünkü ilçe merkezinde bir gezintiye çıkaralım sizi…
Makam Dağı’nın Eteğinde…
Makam Dağı’nın yamacında, Dicle Nehri’nin yakınında kurulmuştur Ergani ama ne dağ öylesine bir dağdır ne de nehir sıradan bir nehir… Dağ, adını orada uzun yıllar kaldığına inanılan Zülkifil Peygamber’den alır. Üzerinde bulunan zaviyenin ne zaman, kim tarafından yaptırıldığı bilinmese de, 1518 tarihli Tahrir Defterlerinde vakıf kaydına rastlanması, Osmanlı öncesi döneme işaret eder. Diyarbakır Salnâmeleri’nde de Zülkifil Peygamber’in makamının Ergani’de yer aldığından ve bu makamın ‘müzeyyen bir surette tamir ve teşrif edildiği’nden bahsedilir.
2008 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğünce restore edilen zaviyede küçük bir mescit de vardır. Bugün yöre halkının Kur’an’da adı “sabreden kişiler” arasında geçen bir peygambere yakın olmanın verdiği uhrevi duygularla ziyaret ettiği Makam Dağı, Ergani’ye bin beşyüz metre yukarıdan bakabileceğiniz bir temaşa tepesidir aynı zamanda. Orada, gündelik hayatın karmaşasından sıyrılabilir, bir köşede tefekküre dalabilir ya da aşağıda uzanan bereketli toprakları ve geçmişten bu yana nice isimlerle anılarak bugüne ulaşmış Ergani’yi kuş bakışı izleyebilirsiniz.
Sezai Karakoç’un memleketi
Anadolu gezilerinde gelenektir, şehrin ya da ilçenin dağlarında, tepelerinde medfun ulu zatlar ziyaret edilir önce, sembolik anlamda icazet alınır onlardan, sonra tarihî merkeze, en işlek caddeye, en meşhur restorana, çarşıya pazara ya da müzeye gidilir. O halde siz de az önce Makam Dağı’ndan indiğinize göre hem Ergani’nin en eski yapısını görebilir hem de Sezai Karakoç’un şiirli dünyasına adım atabilirsiniz. 1933 yılında Ergani’de doğan ve ilkokulu yine burada okuyan Sezai Karakoç’un şiirlerinde adı tam konulmamış olsa da kıyıdan köşeden görünür, sezilir Ergani… “Bahçe Görmüş Çocukların Şiiri” söz gelimi; “İlkin sakin kiraz bahçeleridir andığım eski günlerden” diye başlar. “O yıllar savaş yıllarıydı geceleri karartma/Gündüzleri fırın önlerinde birikirdi halk/ Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark/ Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri”… O yıllarda çocuk muhayyilesinde nasıl bir Ergani çiziliydi şairin kim bilir, ama ilçenin o ‘en eski yapısını’ küçüklüğünden bu yana sevdiğini hiç değilse tahmin edebiliriz. 1891’de hükümet konağı olarak inşa edilen kâgir binanın, uzun yıllar kendi haline terk edildikten sonra restore edilerek Sezai Karakoç Müzesi ve Kültür Evi’ne dönüştürülmesi, yalnız ilçe halkı için değil, şairin sevenleri için de önemli bir kazanım kuşkusuz. Bir gün ziyaret ederseniz neler görürsünüz müzede, bir bakalım; ilk katta şairin bütün kitapları ve onun hakkında yazılan kitaplar, mektuplar, fotoğraflar, bazı resmi belgeler, mezun olduğu ilkokula ait diplomanın aslı, duvarlarda çerçevelenmiş şiirleri ve Diriliş Dergisi’nin nüshaları… Dilinizde Karakoç’tan bir-iki mısrayla ikinci kata çıktığınızda ister yöresel bir sedirde, ister bir masa etrafında yorgunluk çayı içebileceğiniz sevimli bir köşe bulacaksınız. Burada şayet talihiniz yaver giderse, şairin ‘Köşe’ şiirini mırıldanır masadakilerden biri; “Sen geldin ve benim deli köşemde durdun/ Bulutlar geldi ve üstünde durdu/ Merhametin ta kendisiydi gözlerin…”
Üzüm Kokulu Ergani
Dicle Irmağı ve kollarının suladığı bereketli topraklara sahip olan Ergani’ye eğer bir bağbozumunda yolunuz düşerse, Gevran Ovası bağlarında erkenden olgunlaşan, iri taneli “Tahannebi” üzümünün tadına bakabilirsiniz ilkin. Sonra, başka türde, lezzette üzümler birer birer görünmeye başlar tezgahlarda; Musabak, Şam, Vanke, Şire… Evlerde sofralar yaz boyu salkım salkım üzümle tatlanıp şenlenir ancak ne zaman ki Şire üzümü Ağustos’ta asma yapraklarının arasında ışıldamaya başlar, bir telaş alır ilçe halkını. Bu üzüm pekmezliktir çünkü, pestil yapmak gerekir ondan, susamlı, cevizli sucuklar… Mevsim güze dönüyordur hem, sonrası çetin kış, koca koca kazanlar kurulur odun ateşlerinin üstüne, Şire üzümü ballandıkça ballanır o kazanların içinde. İlçe halkına bakılırsa, Diyarbakır yöresine özgü bu üzüm gibi ince kabuklu, az çekirdekli, bol sulu, tatlı mı tatlı bir üzüme rastlanmaz başka illerde. O halde Ergani’de yapılacaklar listesine Gevran Ovası’ndan bir salkım üzüm yemek eklenmeli, mevsimi değilse de pekmezinin, pestilinin tadına bakmalı.
Çayönü ve Hilar Mağaraları
Şimdi yazının başında sözünü etttiğimiz çağlar öncesi zamanlara dönelim. Yalnız, öncesinde biraz arkeolojik bilgiye, biraz da hayal gücüne ihtiyaç var. Ergani’ye yedi kilometre uzaklıkta bulunan Çayönü ve Hilar Mağaraları ziyaretçilerine on iki bin yıl önceye uzanan bir yolculuk vadediyor zira. Çayönü, Neolotik Çağ’ın, başka bir deyişle Cilalı Taş Devri’nin bütün dönemleriyle temsil edildiği bir höyük. Yuvarlak planlı basit kulübelerin zamanla taş temelli, kerpiç duvarlı karmaşık yapılara doğru evrilmesi, buğdayın, mercimekgillerin, koyun, keçi ve köpeğin ilk defa evcilleştirilmesi, yerleşik hayatın ilk adımları olarak oldukça etkileyici. Sesverenpınar Köyü sınırları içerisinde yer alan ve birinci derece arkeolojik ve doğal sit alanı olarak tescillenen Hilar Mağaraları ve yaklaşık beşyüz metre kuzeyindeki Çayönü bölgesinde, kemikten yapılmış kaşık ve çatal gibi Neolotik Çağ için oldukça şaşırtıcı buluntulara rastlandığını da söyleyelim. Hilar Mağaralarını yazın ziyaret ederseniz, yol üzerindeki çay bahçesinde biraz soluklanın ve Cilalı Taş Devri insanlarının on iki bin yıl önce bu bölgede buğdayın bereketini ilk keşfediş heyecanını hissetmeye çalışın. Bugün yediğimiz ekmekte onlarla sarı başaklar arasındaki ilk karşılaşmanın ve ilk sevincin izleri var kuşkusuz.
Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.
Bu kısımda sizin de görselinizin bulunmasını isterseniz fotograf@diyarbakirdergisi.com mail adresinize fotoğrafınızı gönderebilirsiniz.