Mustafa Uğurlu Arslan
Doç. Dr., Dicle Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı
Şehirler, mekânların yazdığı tarihlerdir ve her mekânı bir doğa ve tarih kitabı gibi okuyup yorumlayabiliriz. Onda tüm bir geçmişin, fiziksel çevrenin, psikolojik etkileşimlerin ve kaynaşmanın yansımalarını buluruz. Çünkü şehirler uygarlıkların ulaştığı bir aşamadır. Bu, Diyarbakır’da da böyledir: Dört Ayaklı Minare, Keçi Burcu, Mesudiye Medresesi, Ulu Cami gibi mekânlar, yüzyıllar boyunca yaşamış milletlerin derin hafızasını oluşturur şehirde.
Bir şehir tarihiyle, kültürüyle, mimarisiyle içinde yaşayan insanlara sanat ruhunu aşılıyor, onların yaşama sevincini artırıyor ve kişileri derin tefekkürlere sevk ediyorsa bu durum, o şehrin somut yönlerinin soyut bir kimliğe bürünmeye başladığının en açık göstergesidir. Turgut Cansever’in de dediği gibi, şehirler “Ahlâkın, sanatın, felsefenin ve dinî düşüncenin geliştiği ve insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı mekânlar”dır.
11. yüzyıldan itibaren Türklerin yönetimine geçen ve zaman zaman çeşitli boylara başkentlik yapan Diyarbakır, siyasî sahada olduğu kadar, sanatta ve edebiyatta da önemli bir merkez olmuştur. Akkoyunlu, Artuklu döneminde başlayan ve Osmanlı döneminde de gelişerek devam eden köklü bir edebî geleneğe sahiptir. Özellikle Osmanlı döneminde sayısı yüzleri bulan şairleri, önemli şahsiyetler yetiştiren medreseleri, oluşturulan şuarâ meclisleri ve gerçekleştirilen musâhabe ve müşâareleri ile edebiyatın kalbinin attığı yerlerden biridir.
Tarihî seyir içerisinde Osmanlı Devleti’nin sınırları genişledikçe, sanatsal ve kültürel faaliyetlerin icrâ edildiği muhitlerin sayısı da artmaya başlamıştır. Bu artışta şüphesiz başta sosyal piramidin zirvesinde bulunan padişah ve şehzâdeler olmak üzere, dinî ve siyasî bakımdan önde gelen şahsiyetlerin hâmiliklerinin etkisi oldukça büyüktür.
17. yüzyılın önde gelen seyyâhlarından Evliyâ Çelebi, Seyâhatnâme’sinde Diyarbakır’ın birçok özelliğiyle birlikte sanat yönüne de vurgu yapar. Seyahatnâme’den 17. yüzyılda Dicle nehrinin iki tarafının en güzel gezinti yerlerinden biri olduğunu ve şehrin sakinlerinin yedi ay boyunca gecegündüz nehrin kıyısında kültürel ve sanatsal faaliyetlerle meşgul olduklarını öğreniriz.
Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme’de ayrıca şair tabiatlı Diyarbekir insanını da şöyle anlatır: “Güzel ve sayısız sevimli çocukları vardır. Gençleri güzellikte ve tatlılıkta hoş görünüşlü, peri yüzlü, ay parçası gibidirler. Şark diyârı olduğundan bölgesel şive ile belâğat üzere konuştuklarında gönlü yaralı âşıklar hayat bulur. Her davranış ve hareketleri, yürüyüş ve duruşları adamı hayran eder. Hepsi zarîf ve nükteci çocuklardır. Bu şehir doğu tarafında ve Acem’e yakın olduğundan nice yüz fasih ve beliğ şairler vardır. Çoğu Fuzȗlî ve Rȗhî-i Bağdâdî tarz kasîde söyleyen seçkin şairler vardır.”
Bir asır sonra Şair Âgâh-ı Semerkandî zamanında Diyarbakır’da âlim ve şairleri bir araya getiren edebî bir topluluğun varlığı, şehrin edebî faaliyetlerin icra edildiği bir merkez oluşuna güzel bir örnektir. Bu yüzyıl Diyarbakır’da, edebiyat mahfillerinin neşvünema bulduğu bir yüzyıl olmuştur. Şair Âgâh önderliğinde “Encümen-i Dâniş” adı verilen bu edebî mahfiller; yerli ve yabancı birçok şairin dikkatini çekmiş, çeşitli yerlerden gelen ilim insanı ve şairin uğrayıp istifade ettikleri yerler olmuştur. Ali Emîrî Efendi, özellikle Şâir Âgâh zamanında Diyarbakır’da çok önemli edebiyat toplantılarının yapıldığını, bu edebiyat sohbetlerine Ümmî, Emîrî, Hâsım, Hâmî, Hamdî, Şûrî, Fâmî, Mûcib (Kemâlî), Lebîb, Vâlî gibi şehrin belağatta söz sahibi şairlerinin katıldığını, pek çok vilâyetten şairin iştirak ettiğini, bunların içerisinde Nâbî gibi bir devre damgasını vuran şairlerin de bulunduğunu ifade eder. Bu sebeple Seyyid Mehmed Emîrî Çelebi der ki:
“Sen misin ancak Emîrî pey-rev-i Âgâh olan
Şehrimizde şâir-i nâzik-edâdan çok ne var!”
Şehrin Edebî Muhitleri Nerelerdi?
Diyarbakır’da, zengin ve aydın kimselerin konakları, kütüphaneler, kıraathaneler, esnaftan bazı kimselerin dükkânları ve bazı şairlerin evleri edebî mahfiller olarak karşımıza çıkar. Şehirde bulunan klâsik medreselerde dinî ilimlerin yanı sıra pozitif ilimler de okutulmakta, ayrıca hüsn-i hat ve musıkî gibi farklı sanatlarda eğitimler verilmekteydi. Bu sebeple edebiyatla ilgilenen kişilerin çoğu aynı zamanda musikîşinas, hattat ve müzehhip gibi sıfatları da hâiz kimselerdi.
Şehrin ümera ve eşraf konakları, devlet erkânıyla ediplerinin buluştuğu mekânlardı; bu konaklarda şiir sohbetleri, edebî münakaşalar yapılır, musıkî ve dinî sohbetler icra edilirdi. Said Paşa Konağı, Hacı Ağa Köşkü, Pamuklu Köşkü, Hâmî Köşkü ve Erdebil Köşkü bu sohbetlerin en canlı yaşandığı yerlerdendi.
Tanzimat’tan önce yaşamış şair Diyarbakırlı Hâmî’nin (Hâmî-i Amidî) kış mevsiminde evi, yaz mevsiminde ise köşkü, edebiyat sohbetlerinin yapıldığını yerlerden biri olurdu. Hâmî’nin düzenlediği sohbetlerin şöhreti şehrin dışına da taşmış, devrin önemli şairlerinin de dikkatlerini celbetmişti.
Şehirde valilik yapan Recep Paşa da, bu tür sohbetler düzenler, özellikle Nabi’nin şehre geldiği günler musıkî ilmine sahip birçok musıkîşinas da davet edilir ve yalnızca Nabi’ye ait eserler okunup icra edilirdi.
Tanzimat ve sonrasında şuarâ meclislerinin oluşturulduğu evlerden birisi de Diyarbakır’ın şâir, mûsikîşinas ve müderrislerinden Şaban Kâmî Efendi’nin evidir. Şaban Kâmî Efendi’nin tertip ettiği edebiyat sohbetlerine Şair Cevrî Efendi ve Hatice İffet Hanım gibi devrin mühim şairlerinin de iştirak ettiği bilinmektedir.
Ayrıca devrin ekâbir kesiminin evlerinde yapılan sohbetlerde Hadîdî ve Helvacı Hamdî gibi isimler, özellikle aranırdı. Hadîdî, Diyarbakır’ın demirci esnafındandır. Ümmî bir şair olmasına rağmen çok kıymetli şiirler söylemiştir. Ali Emîrî Efendi’nin, babasından naklettiği bilgilere göre, Hadîdî, gündüzleri dükkânında demirci kıyafetinde olduğu halde geceleri temiz libaslar giyer, başına abani sarıklar sarar, tuhaf hikâyeler söylerdi. Hadîdî ile gece sohbetlerinde bir arada olabilmek için şehrin eşrafı birkaç gün önceden kendisini davet etmeliydi; aksi halde kolay kolay kendisine ulaşılamazdı. Helvacı Hamdî ise özellikle kış mevsimlerinde ekâbir hanesinde yapılan sohbetlere davet edilir, gittiği evlerde muhtelif latifeler ve şiirler irâd eder, helva malzemelerini istetir ve helva yapardı. Latif sohbetli bir kimse olduğundan şairin bu hâlet-i rûhiyesi şiirlerine de yansımıştır:
“Mevsim-i sayfın egerçi gülşen ü sahrâsı var
Vakt-i şermânın da lâkin sohbet-i helvâsı var”
Medreseler ve Kıraathanelerde Edebî Ortam
Diyarbakır’da edebî mahfil olarak değerlendirebileceğimiz bir diğer yerler de medreselerdir. Birçoğu aynı zamanda şair ve musıkîşinas da olan medrese müderrisleri, kimi zaman devirlerinin muasır şairleriyle bir araya gelip edebî toplantılar, sohbetler düzenlerdi. Bu tarz toplantıların icra edildiği en önemli mekânlardan birisi Sülûkiye Mektebi/Medresesi’dir. Ali Emîrî Efendi’nin de ilk eğitimini aldığı Sülûkiye Medresesi’nin en önemli müdavimleri Ahmed Hayâlî, Ali Ağa ve Fethullah Feyzî Efendi gibi şahsiyetlerdir.
Diyarbakır’da tarih boyunca edebî mahfillerden birisi de esnaf kahvehaneleri, âşık kahvehaneleri, semâi kahvehaneleri ve meddah kıraathaneleridir. 16. yy’dan itibaren Osmanlı şehir hayatına giren kahvehaneler, halkın bir araya toplanıp sohbet ettiği, kahve içip yorgunluk attığı yerlerdir. Bu mekânlar aynı zamanda din, edebiyat ve musikîye dair sohbetler için de mümbit bir zemin olmuştur. Şehrin meşhur kahvehanelerden birisi Şair Hasretî’nin kahvehanesidir. Ümmî bir şair olmasına rağmen çok mevzûn gazeller söyleyen Hasretî Efendi, ayrıca pek çok üstâdın kelâm-ı kibarlarını ezbere bildiğinden kendisini dinleyenler, medresede ders okumuş birini dinlediklerini zannederlerdi. Kahvehanesinde her zaman köpüklü kahve ve nargile bulunduran Hasretî Efendi, kahvehanenin bir yerini de müşterilerinin yemek ihtiyacını gidermek için bir yemekhane haline getirmişti. Bu mekân kısa bir süre içerisinde şehrin sanat ve edebiyat sohbetleri yapılan mekânlardan biri haline gelmişti.
Şehrin kahvehane şairlerinden biri de “Hacı Civân” lakabıyla bilinen ve 19. yüzyılın ümmî şairlerinden olan Civân’dı. Civân, lugaz, muamma, tecnis, mani ve koşmanın yanı sıra üstadâne gazeller de söylerdi.
Sonuç olarak Diyarbakır, tarihî seyir içinde edebî muhitlerin ve şair meclislerinin oluştuğu bir şehirdir. Asırlar boyu süren imparatorluk tecrübesi sonrasında, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki süreçte Osmanlı İmparatorluğu, bir taraftan çelişkili bir ağ içerisinde tarihinin en kaotik dönemlerini yaşarken, diğer taraftan ise gelenek-değişim ekseni içerisinde hayatın her evresinde bir değişim sürecine girmiştir. Tarihî ve edebî açıdan kadim bir kültüre sahip olan Diyarbakır, Tanzimat’tan sonraki süreçte de kültürel ve sanatsal varlığını hissettirmeye devam etmiş, şehrin farklı mekânlarında yapılan musâhabe ve müşâareler ile tarih boyunca yüklendiği kültürel kimliği muhafaza etmeye çalışmıştır. Cumhuriyet’le birlikte dışa taşmaya başlayıncaya kadar köklü kültürel ve sanatsal yapısını muhafaza eden Diyarbakır’da, Cumhuriyet sonrasında da çok değerli edebiyatçı, şair ve mütefekkir yetiştirmiştir. Şehirde bugün de edebiyat sohbetleri ve şiir dinletilerinin icra edilmesi, bu derin kültürün bir uzantısı olarak kabul edilebilir.
Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.