Diyarbakır’ın şiirsel kabir taşları -5.Sayı

Kabristanlarda mezar taşları ölen kişinin yeryüzündeki bir temsili gibi dururlar. Gidenlerin ardında kalan boşluğu simgeleyen, kederli ancak her şeyden daha gerçek bir temsil… Kimi zaman şekilsiz bir taş parçasıdır bu; kime ait olduğu bile bilinmeyen ama çoğu zaman veda edenin adını soyadını, dünyaya geliş ve gidiş tarihini, hasreti ve hüznü gösteren ya da ölümün ‘hak’ olduğunu hatırlatan bir cümleyi görürüz o taşlarda. Şair Erdem Bayazıt’ın ‘Ölüm Risalesi’ şiirinde dediği gibi; “Ölüm muhakkak/ Ve ölüm mutlak/Tek kapısıdır ölümsüzlüğün”…

Ölüm artık soğuk değildir

Fakat söz konusu estetik olduğunda, mezar taşları basit birer ‘kimlik belgesi’ olmaktan çıkar. Gül motifleri, görkemli sarıklar, kavuklar ve şiirlerden dörtlükler, taşları sert ve ruhsuz bir şey olmaktan çıkarır ve ölüm artık soğuk değildir. Sanatın varlığa anlam katan ve sonsuzluğu hatırlatan tatlı esintisi gezinmektedir anıtsal türbelerde, camilerin ya da tekkelerin hazirelerinde. Bu tatlı esintiyi yalnız İstanbul’da değil, Anadolu’da Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın elinin değdiği her şehirde özellikle de zengin ve renkli tarihiyle hayranlık uyandıran Diyarbakır’da hissetmek çok mümkün.

Diyarbakır’daki mezar taşlarına estetik bir bakış atmadan önce, değişen ölüm algımız üzerinde biraz durmak gerekir çünkü biz eski şiirsel taşları, şehrin içinde görürüz, bugünkü gibi uzak mahallerde değil. İnsanların ölümü hayatın bir parçası olarak kalben kabul ettiği ve durup dinlemeye, tefekküre, kâinatı gözlemeye ve bazen basitçe gökyüzüne bakmaya vakit bulabildiği zamanlarda taşları ince ince işlemek de daha anlamlıydı muhtemelen. Buradan bakıldığında, mezar taşları bu dünyayla ötesi arasında sembollerle oluşturulmuş özel bir dile dönüşür.

Taşın sahibi, ziyaretçisine bir gerçeği fısıldar ve taşı işleyen el, gidene son sevgi sözcüklerini bir hediye gibi sunar; buradan oraya, oradan buraya dünya döndükçe devam edecek gizemli bir konuşma gibi… 

Diyarbakır’daki mezar taşlarını da hem ölüler ve diriler arasındaki bir iletişim aracı hem de kültürün bir taşıyıcısı olarak değerlendirebiliriz. Onlar tarihî birer vesika olmaları hasebiyle geçmişin en sahici şahitleridir aynı zamanda. İnce ve zevkli bir medeniyete şahitlik yapmazlar yalnızca, kabir sahibinin kimliği ve yaşam tarzı hakkında da kıymetli ipuçları verirler bize. Enbiya, sahabe ve evliya şehri olarak bilinen Diyarbakır’ın tarihî merkezi Suriçi’nde bu sembolik dili okuyarak başka bir zamana doğru yol alalım şimdi. Bu yolda rehberimiz elbette kabir kitabeleri olacak

Kabir taşına şiirle tarih düşürmek

Bizim ilk durağımız, ironik biçim-de, Zübeyde Hanım ve kızı Leyla Ha-nım’ın son durağı… 1717-1720 yılları içerisinde Diyarbakır Valiliği yapan Köprülüzade Abdullah Paşa’nın eşi ve kızı için Nebi Camii’nin kıble duvarına bitişik inşa ettirdiği anıtsal türbedeki kabir kitabeleri, sevginin ve derin teessürün nadide bir simgesi gibi. Leyla Hanım’ın mezar taşına tarih düşüren Şair Hâmi, şiiriyle Abdullah Paşa’nın kızının ölümünden duyduğu acıyı sanat yoluyla hafifletmek istermiş gibi görünür:

Hâcî Abdullah Paşa âsâf-ı ‘âlî-neseb

Adl ile Faruk-ı ‘asr etmiş Rab- bü’lelek

Fevt olup Amid’de Leylâ nâm bir ma‘sûmesi

Subh-dem hasretle kan ağlar felek sanma şafak

Yaktığı için nâr-ı hicrân ile kalb-i vâlidin

Hem şefi’a hem fürûd olmaya oldu mâsadak

Etti çün terk-i kafes Hâmî dedim târîhini

Bülbül-i gülzâr-ı cennet eylesin Leylâ’yı Hakk

Sene 1131

Diyarbakır’da şiirle süslenen birçok kabir kitabesi mevcut. Bu kitabelerin en güzel örnekleri Müderris Hacı Râgıb Efendi’nin de medfun bulunduğu aile mezarlığında görülebilir. Diyarbakır’ın köklü ailelerinden “Nakîbler” ailesine mensup olan Müderris Hacı Râgıb Efendi, âlim bir zat olarak bilinir. Âlimliğinin yanında şairliği de vardır. 1848 yılında vefat edince, halk arasında ‘Râgıbiyye Camii’ ve Hacı Râgıb Efendi’nin mensup olduğu aileye nispetle ‘Nakipler Camii’ olarak da bilinen Deftardar Camii haziresine defnedilmiştir. Hacı Râgıb Efendi sağlığında, tadilatını yaptırarak bir kütüphane ve med- rese ile bu camiyi zenginleştirmişti. Aile kabristanındaki on kabirden yalnız ikisinde şiirli kitabe bulunur. Onlardan biri, Hicri 1273 tarihinde vefat eden Sıbgatullâh Efendi’ye ait. Âlim olan Sıbgatullah Efendi’nin ilmî donanımına gönderme yapılan bu kitabede, merhumun Diyarbakır için ne kadar kıymetli bir şahsiyet olduğu vurgusu yapılmıştır. Kabir taşının üzerinde ise yine Sıbgatullah Efendi’nin ilmini simgeleyen bir sarık bulunur. Kitabedeki şiirin hasret yüklü dizeleri şöyledir:

İdince Sıbgatullâh Efendi şer‘ile iftâ

İderdi rûh -ı ecdâd bu necl-i pür kemâl ihyâ

Bu zât beytu’l-‘ulûmdan Takî ibni Takîdir kim

Çehârın farzını da eyledi bâ-cân u mâl îfâ

Numûne oldu Bağdâd-ı be- hişt-âbâd mükâfâta

Niçe ölmez iderdi şer‘ini her-dem bî-mecâl icrâ

Diyâr-ı Âmid’in rûhıydı uçdu ol şimdi

Bakın bî-rûh gibi kalmış hemân tasavvur-şân hayfâ

Gel ey mahdûm-ı Mes‘ûd okı hürmetle târîhi

Dıraht ‘ilminden koydı bugün bir zıll-ı nihân eyvâh

Müderris Hacı Râgıb Efendi’nin aile kabristanında yer alan diğer şi- irli kitabede ise bir hanımın vefatına tarih düşürülmüştür. Hattın birçok yeri silinmekle birlikte şu beyit, ölümün kalanlar için yarattığı hüznü gözler önüne serer:

İşidenler mevtini sûzân u giryân oldular

İftirâk-ı hasretiyle bükâ ederek içdi kan

Ölüm, genç-yaşlı; civân-pir; zengin-fakir ayrımı yapmaksızın herkesin ortak alın yazısı olarak alıp götürür bu dünyadan insanları. Kimi de Diyarbakır’da valilik yapmış olan Ayaşlı Esad Muhlis Paşa gibi misafir olarak geldiği yerde ebediyete kadar kalmaya yazgılıdır. Mezarı şehit sahabelere komşu bulunan Paşa’nın kabir kitabesine ‘Nusret’ mahlasıyla şiirler yazan oğlunun henüz 18 yaşındayken düşürdüğü şu mısralar nasıl da manidardır:

Sahib-i seyf u kalem âlimü şey- hü’l-vüzerâ

İbn-i müftî-i Ayaş hazret-i Es’ad Paşa

Mahlası Muhlis olup şâ’ir ü mâhir idi kim

Süheni gevher-i nâyâb idi bey- ne’ş-şu’arâ


Dîde hûnâbe-feşân sîne pür-âteş

olarak
Pederin mevti için şi’r eder idim

imlâ
Dedi târîhini Nusret ederek Hakk’a

niyâz
Ki ola kasr-ı cinân merkez-i Es’ad

Paşa

Kabirlerin şiirli ve hüzünlü taşları

Mezar taşlarına şiir yazmak yüzyıllar boyu hem duyguları en yalın haliyle aktarmanın hem de taşı estetik bir forma kavuşturmanın yolu oldu. Şiirlerin muhtevasını kabirde yatan zâtın eksikliğinden duyulan derin hüzün oluşturur çoğu kez. O, artık bu dünyada olmayana söylenecek son söz olduğu için de çok anlamlıdır. Vefat edene cennet niyaz edilir ve bazen de karakterindeki hoşluklar dile getirilir. Mezar taşlarını bir sanat eserine dönüştüren her zaman şiir değil, bazen de merhu- mun hayattayken meşgul olduğu mesleği yansıtacak bir görseldir. Taş üzerinde nakşedilen gül motiflerinde merhumun ya da merhumenin kabrinin gül bahçelerinden bir bahçe olması temennisini okuruz. Özellikle kadınlara ait mezarlarda onların zarafetlerini yansıtacak çiçek bezeme- lerinin ziyadeliği göze çarpar. Ölüm, varlığından kuşku duyulmayan tek gerçek. Ötelere davetin en mücessem hâli kabristanlar ve kabir taşları bize bu gerçeği tevazu ile fısıldamaya devam ediyor. Oldukça sabırlılar, yaşlı bilgeler gibi görürüz ve anlarız diye sessizce bekliyorlar. O halde ‘Diyarbakırlı’ kabir taşlarının şiirselliğinde yalnız kederi, hasreti değil bu bilgeliği de görmeli ve şehrin tarihî merkezi Suriçi’ne yolumuz düştüğünde o taşların başında bir süre durup o yaşlı bilgenin bize tok sesiyle söylediği hakikati dinlemeli. Sonra bütün susmuşların ruhuna bir Fatiha yollarız belki, gökyüzüne beyaz bir güvercin salar gibi…

 

                                                                                                                                                                                                                                                                                  Uğur Yiğiz

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir