Tarihi olan her şehrin bir cazibe merkezi var. Elbette meşrebe göre değişir bu merkez, kiminin gözü çarşı pazar arar, kimi de bir kervansarayın avlusunda kahve içmeyi arzular. Söz konusu Diyarbakır ise herkes aradığını bulur; şehri çevreleyen surlar, Dicle’ye bakan burçlar, cumbaları dar sokakları gölgeleyen taş evler… Fakat yine de bu topraklarda hayatın kadim ve kutlu zamanlara uzanan izlerini daha derinden hissetmek için görülecek ilk yer Diyarbakır Ulu Camii olmalı.
Surların çevrelediği tarihî şehir merkezinde, Cami-i Kebîr Mahallesi’ne varıp da avluya açılan üç kapıdan birinin önünde durduğunuzda, ulu kelimesinin, tevazuyla, bin yıllık tarihin bugünle nasıl güzel, neredeyse göz yaşartıcı bir hoşlukla kaynaştığını göreceksiniz. Şurası kesin ki, bu cami camiden daha ötesidir, özellikle avlusu yaşlılar ve çocuklar için hayatın yaşandığı yerdir. İhtiyarlar, ahir ömürlerini bu avluda geçirmek ister gibi görünür. Ezandan çok önce gelir, avluyu çevreleyen banklara güvercinler gibi konarlar, bir elleri bastonlarında geçmiş günlerden söz ederler veya ölüm ve hayat üzerine düşünürler. Hem tefekkür etmek için bu avludan daha uygun bir mekan bulunabilir mi şehirde! Vaktiniz varsa sırtınızı cami duvarına yaslayın ve hikayenin başladığı 1091 yılına doğru mistik bir yolculuğa çıkın. Selçuklular şehre gireli altı yıl olmuş. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın bir büyük cami yaptırma isteği dilden dile dolaşıyor. Revaklı avluya bakan cephede pencere üzerinde yer alan çiçekli kûfî kitâbede o kararlılığı bugün biz bile hissedebiliriz: “…Melikşah yapılmasını emretti!” Bugün caminin kitabelerinden isimlerini öğrenebildiğimiz mimarların, kim olduklarını asla bilemeyeceğimiz ustaların, kalfaların ve işçilerin o günkü heyecanını ve telaşını hayalimizde canlandırabiliriz elbette ama bütün eski eserler gibi duvarları bilinmezliklerle örülmüştür Ulu Cami’nin de…
Dikdörtgene yakın geniş avlunun ve caminin ilk taşlarının konulmasının üzerinden neredeyse bin yıl geçti… Cami asırlar boyu nice yangın, yıldırım, deprem atlattı, her seferinde mahir ellerce onarıldı, yeni yapılarla genişletildi ve sağına soluna kitabeler iliştirildi. Onu tam da bu olmalı; yapılışından bu yana üzerinde birçok şefkatli elin gezinmesi ve herkesin kendinden bir parça eklemesi… Selçuklular’ın, İnaloğulları’nın, Artukoğulları’nın, Akkoyunlular’ın ve ardından Osmanlılar’ın bakımı, onarımı, ihtimamı… Bu yüzden o avluda, insanoğlunun bir mabedi asırlar boyu canlı tutma, yaşatma azmi de saygıyla hatırlanmalı. Selçuklu döneminde minareye iliştirdiği onarım kitabesine 1155 tarihini düşen o meçhul usta mesela, 2021 yılında ve sonraki bütün yıllarda o minareden ezanların okunmaya devam ediyor olmasını temenni etmişti belki de… Evliya Çelebi’ye; “İçinde öyle ruhaniyet vardır ki bir kimse iki rekat namaz kılsa kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder” cümlesini kurduran da dilden dile olmasa da kalpten kalbe dolaşarak bugüne ulaşan o samimi temenniler olmalı. Çelebi, Anadolu’nun en eski camilerinden biri olan Diyarbakır Ulu Camii’ni, görüp sevdiği bütün güzel camilerle birlikte anar; “Sanki Halep’in Ulu Camii, Şam’ın Emevi Camii, Kudüs’ün Mescid-i Aksa’sı, Mısır’ın Ezher Camii ve İstanbul’un Ayasofyası’dır.”
Ulu Camii’de hissettiğimiz bir mabette bulunmaya özgü uhrevi duygular mıdır yalnızca? Yüzyıllara meydan okuyan mimari eserlere karşı duyduğumuz minnet hissi de yabana atılmamalı. Gelip geçicilik karşısında duyduğumuz hüzün, biz daha bu dünyada değilken, dedelerimiz ve onların dedeleri bile hayatta değilken, ancak tarih kitaplarından tanıdığımız insanların zamanında inşa edilmiş Ulu Cami’de, onun avlusunda dağılabilir bir nebze… Bu topraklar çok şeyler görüp atlatmış ama cami bir mühür gibi yerli yerinde kalmıştır.
Mimaride çok kültürlülüğün en güzel yansıması
Diyarbakır’a özgü siyah kesme taş malzemeyle inşa edilen Ulu Camii için bir yapılar topluluğu demek daha uygun düşer aslında. Avlunun güneyinde caminin ana bölümü kabul edilen Hanefiler bölümü bulunur. Bu bölüm, ortada bulunan alınlıklı çatıya sahip iki katlı bir cephe düzeniyle doğrudan avluya açılır. Kuzeyde Şafiler bölümü, giriş kapılarından biri ve güneş saati vardır. Doğu yönünde, önceden muvakkithane olarak kullanıldığı düşünülen kütüphane ve doğu kapısı, batıda ise, avluya açılan üçüncü kapıyla birlikte batı revağı üzerindeki Kur’an Kursu derslikleri yer alır. Mesudiye ve Zinciriye Medreseleriyle birlikte bir külliye özelliği kazanan Ulu Cami, Diyarbakır’ın her dönemde kültüre ve bilime ev sahipliği yaptığının en güzel göstergelerinden biridir aynı zamanda.
Ulu Camii’nin veya diğer adıyla Cami-i Kebir’in avlu revaklarındaki , kapı kanatlarındaki, şadırvan korkuluklarındaki ve tavanındaki süslemeler çok kültürlülüğün izlerini taşır. Doğudaki avlu girişinin kemer köşeliklerine, simetrik işlenen aslan-boğa figürü söz gelimi , ilk örneklerine milattan önce rastlanmış sembolik anlamları olan bir kompozisyondur. Güneşin aya veya karanlığa, iyiliğin kötülüğe, yerlinin düşmana galibiyetini simgeleyen bu figürün Anadolu’daki en başarılı uygulamalarından biridir işte Ulu Cami’de gördüğümüz. Bitki motifleri de Asurlular ve Orta Asya’dan esintiler taşır. Hanefiler Bölümü’ndeki minberde, basık kemerin yüzeyinde yer alan palmet motifi bir Asurlu mirasıdır. Aynı minberin ahşap kapısını çevreleyen bordüre lale ve narçiçekleriyle birlikte yerleştirilen hatai ise stilize yaprak, filiz ve çiçek motiflerinin birbirine dolaşması ile oluşturulan Orta Asya kökenli bir süsleme biçimidir. Gül goncaları, papatyalar, yapraklar, kıvrık dallar, birbirine bağlanarak camiyi bir çiçek bahçesine çevirir. Olur ki günün birinde bu bahçede, gözünüz bezemelerde, bazı anlamları çözmeye çalışır gibi dalgın dolaşırsanız, Diyarbakırlı çocuklar, bir turist rehberi edasıyla yanınıza yanaşır, kitaplardan ezberledikleri bir iki satırla sizi aydınlatmaya çalışırlar. Bazen de iki kolları yanlarına bitişik, yüzlerinde ciddiyet, bir ağızdan şiir okurlar; “Cahit Sıtkı Tarancı… Şair. Yaş otuz beş/Yolun yarısı eder/ ‘Dantel’ gibi ortasındayız ömrün…” Vurguları, yanlış telaffuzlarıyla pek şirin dururlar, varsın ‘dantel’ gibi ortasında olalım ömrün… Ulu Cami’nin avlusunu ihtiyarlar ve güvercinlerle birlikte çiçek bahçesine çeviren biraz da bu çocuklar değil midir?
Ulu Cami eskiden kilise miydi?
Diyarbakır Ulu Camii’nin her kadim eser gibi gizemli bir yanı da var. Asırlar geçince aradan, silinen, kaybolan ve gölgede kalan gerçeklerin rivayetlerle karışması kaçınılmaz belki de. Şehir 639’da Araplar tarafından fethedildikten sonra Mar Toma Kilisesi’nin Ulu Cami’ye dönüştürüldüğü bilgisi sözgelimi, hem Batı hem de Türk kaynaklarında yer alıyor ancak biraz temkinli bir bakış farklı bir gerçeği ortaya çıkarabilir. Günümüzdeki koruma-onarım uygulamaları sırasında Hanefîler bölümünde ve doğu cephesinde kalıntıları kısmen açığa çıkarılan bir kilise olduğu biliniyor fakat Ulu Cami’nin o kiliseden dönüştürüldüğü fikrine kuşkuyla yaklaşanlar var. Dönemin Hıristiyan kaynaklarında, 629 yılında Heraclius tarafından yapılan şehrin en büyük kilisesinin fethin akabinde ve daha sonraki yıllarda taçık bulunduğu yazılı mesela. Batılı akademisyen Creswel de Diyarbakır Ulu Camii’nin avlu revaklarında görülen sivri kemerler ile camide bulunan üç sahnın yükseklik ve genişliklerinin neredeyse birbirine eşit olması gibi, o dönem Hıristiyan mimarîsinde görülmeyen özelliklere işaret ederek, Diyarbakır Ulu Camii’nin kiliseden çevrilme bir yapı olamayacağını savunuyor. Revaklı avlu duvarı üzerinde yer alan 1091 tarihli kitabedeki “… Melikşah yapılmasını emretti” ifadesini dayanak gösteren Creswel’e göre, 1082’de Şam Emeviye Camii’nin çökmüş olan kubbesi ile pâyelerini yeniden yaptırdığı bilinen Melikşah, Diyarbakır Ulu Camii’ni de Şam Emeviye Camii’ne benzeterek inşa ettirmiştir. Bu bilgi Ulu Camii ile Emeviye Camii arasındaki benzerliğe bir açıklama getirmesi bakımından da önemli aynı zamanda.
Müslümanların kendilerine özgü mimari zevkleri ve bilgileri olmadığı için, fethettikleri ülkelerdeki kiliseleri camiye çevirdikleri bilgisini yıllar içinde bilinçli bir biçimde yayan Batılı araştırmacıların art niyetini bir kenara bırakmalı ve Anadolu’nun fethinden bu yana Türklerin devraldıkları mirasla her daim uyum ve barış içinde yaşadığını hatırlamalı. Diyarbakır Ulu Camii bunun en güzel örneklerinden biridir nitekim. Avlusunda antik bir tiyatrodan devşirildiği tahmin edilen sütunlar arasına yerleştirilen kitabe kuşakları bile iki farklı kültürün asırlardan bu yana nasıl başarılı bir şekilde kaynaştığını göstermeye yeter. Bugün denilebilirki Ulu Camii’nin ruhu yalnız o avluya ve etrafına değil, halka halka açılarak şehre bütünüyle sirayet etmiş gibidir; halkının hoşgörüsüne ve açık görüşlülüğüne, bağının bahçesinin bereketine, türkülerine ve menkıbelerine, şenliklerine ve yas günlerine, kiliselerdeki ayine, surların bedenlerine ve eyvanlı taş evlere… Şehrin üzerine sanki Ulu Camii gibi kadim ve kutlu bir tül örtülmüştür…
Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.
Bu kısımda sizin de görselinizin bulunmasını isterseniz fotograf@diyarbakirdergisi.com mail adresinize fotoğrafınızı gönderebilirsiniz.