Anadolu, tarihöncesine ait yerleşimleri ve bulgularıyla, arkeoloji dünyası için adeta bir hazine… Diyarbakır’ın da bu hazineye kattığı pay oldukça önemli. Özellikle Türkiye’deki Neolitik Çağ araştırmalarının ilk başladığı yer olması ve bilim dünyasını şaşırtacak derecede bulgularla karşılaşılması, Diyarbakır’ın bu alanda apayrı bir yere sahip olduğunu gösteriyor. İnsanlığın bugüne uzanan süreçte attığı adımları izlemek için, Diyarbakır’ın 12 bin yıl geriye giden kültürel birikimine ve arkeolojik zenginliklerine bir kez bakmak yeterli. “Diyarbakır Kültür ve Medeniyet Dergisi” olarak, şehrimizin bu zenginliğini daha iyi tanıyabilmek ve tanıtabilmek için, Anadolu’daki Neolitik Çağ araştırmalarının duayen ismi Prof. Dr. Mehmet Özdoğan hocamızla bir söyleşi yapmak istedik. Çok kıymetli bilgiler içeren bu söyleşiyi, yine alanında önemli bir isim, İstanbul Üniversitesi Tarihöncesi Arkeolojisi öğretim üyesi ve hocanın öğrencisi Prof. Dr. Necmi Karul gerçekleştirdi.
Hocam, Güneydoğu Anadolu’da Neolitik Çağ araştırmalarının oldukça heyecan verici hale geldiğini görüyoruz. Öncelikle şunu sormak istiyorum: Diyarbakır bu araştırmaların neresinde duruyor?
Diyarbakır’ın bölge için oldukça ayrıcalıklı bir tarafı var. Her şeyden önce tüm Türkiye’de Neolitik Çağ araştırmalarının tetiğinin çekildiği yer Diyarbakır’dır. 1960’lara kadar Güneydoğu Anadolu’da Neolitik yaşamın varlığına kimse inanmıyordu. O zamana kadar insanların tarım ile uğraşmasının ancak doğal çevre kısıtlı olduğu ve başka çare bulunmadığı için yabani tahıllara yöneldikleri düşünülüyordu. En geniş kapsamı ile baktığımızda bölgenin güneyinin Suriye’de çöl bölgesi olduğunu; Türkiye sınırına girip Tur Abdin, Karacadağ masiflerini geçerek Güneydoğu Toroslarının taraçalarına geldiğimizde ise kuraklık riskinin olmadığını, doğal çevrenin her açıdan zengin ve Suriye’ye göre yağış rejiminin fazla olduğunu görürüz. Bilim insanları bu bölgede tahıla mahkûm bir yaşamın başlamasına gerek olmadığı düşüncesindeydiler. Bu nedenle 1960 öncesinde, dünyada Neolitik dönem araştırmalarının başladığı, Ürdün, İsrail, Lübnan, Filistin, Suriye, Irak ve Batı İran’da, doğal çevre kısıtlı olanaklar sunmasına rağmen, onlarca araştırma yapılmış ve oldukça küçük yerleşimlerle karşılaşılmıştı. Doğal çevre kısıtlı olduğu için bu bölgelerdeki ilk Neolitik yerleşimlerde sosyal zenginlik, sınıflı bir toplumun günlük tüketim dışındaki beğeni eşyaları, yani gelişkin bir sosyal doku beklenmediği için, araştırmalar sadece tarımın ve hayvan evcilleştirmenin hangi aşamalarda olduğunu anlamak üzere küçük sondajlar şeklinde yapılıyordu. Yani bu araştırmalar “Bulunan botanik kalıntılar yabani mi, hayvanlar evcil mi değil mi” gibi soruların etrafında şekilleniyordu. “Diyarbakır Türkiye’deki Neolitik Çağ araştırmalarının tetiğinin çekildiği yer” dediniz. Burada başrolde kimler var? Bu alanda iki önemli isim çıkar karşımıza. İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Halet Çambel ile Chicago Üniversitesi’nden Robert J. Braidwood. Bu ikili ilk olarak 1963 yılında Güneydoğu Anadolu’daki durumu anlamak üzere, Siirt’ten Şanlıurfa’ya kadar, Güneydoğu Toroslarının etekleri boyunca iki ay süren bir alan taraması yaptılar ve bu çalışmada onları çok şaşırtacak kadar büyük Neolitik Çağ yerleşimlerine rastladılar. Bunlar arasında en büyük gözükenlerden ikisi Diyarbakır’daydı ve bu durum, ekibi öyle heyecanlandırmıştı ki 1964 yılında Ergani’deki Çayönü Tepesi’nde kazı yapmaya karar verdiler. Çayönü Anadolu Neolitiği açısından hâlâ çok önemli bir yerleşme. İlk çalışmalardan biraz bahsedebilir misiniz? Çayönü, günümüzde Ergani sınırları içinde bulunan bir ören yeri. Bir dağ arası ovası olan Ergani Ovası, irtifa olarak Suriye düzlüklerinden çok yukarıda, sert karasal iklime sahip, doğal çevrenin hem bitki hem de hayvan türleri açısından çok zengin olduğu bir yer. İlk görüşler güneyde gelişen Neolitik yaşamın yavaş yavaş bu bölgeye kaydığı, burada bir başlangıç olmadığı yönündeydi. Bu nedenle Çayönü’nde sadece iki yıllık bir çalışma planlanmıştı. Ancak 1964 yılında gerçekleştirilen ilk kazı sezonunda çıkan sonuçlar şaşırtıcıydı; büyük bir rastlantı sonucu, sonradan Sal Taşlı Bina adı verilen ve Göbeklitepe, Nevali Çori’dekilerle benzeşen anıtsal bir yapı ile karşılaşılmıştı. Yerleşimdeki diğer yapıların da güneydekilerle benzeşmediği, yapım tekniği olarak onlardan farklı ve daha görkemli oldukları anlaşılıyordu. Aynı zamanda sadece günlük kullanımla ilişkili değil, süs eşyaları ve ithal malzemelerden yapılan buluntular da gün yüzüne çıkarılmıştı. Bunların arasında en şaşırtıcı olanı, ilk yıl bulunan doğal bakırdan yapılmış nesnelerdi. O zamanki bilimsel görüşe göre ilk bakır aletlerin Çayönü’nden 4 bin yıl kadar sonra yaşama katılması gerekiyordu. Ancak buluntular o kadar sağlam bir dolgu içinden gelmişti ki Çanak Çömleksiz Neolitik döneme ait olduklarında kuşkuları kalmamıştı Halet Çambel ve Braidwood’un… Çayönü’nde maden kullanımı, gerçekten de o zamana kadarki bilinenlerin çok ötesinde bir keşif. Bu konuyu biraz açalım isterseniz. Çayönü’nde başlangıçta iki yıl olarak planlanan kazı çalışmaları, her yıl gelen şaşırtıcı sonuçlarla günümüzde de devam ediyor. Yalnız bu açıdan bile baktığımızda Çayönü’nün Türkiye’de Neolitik Dönem araştırmalarının öncüsü ve yol açıcısı durumunda olduğunu görebiliriz. Bugün Şanlıurfa’da, Mardin ve Siirt’te, Göbeklitepe Kültür Bölgesi dediğimiz alan içerisinde çok sayıda Neolitik Dönem yerleşim yeri kazılıyor. Ancak özellikle Ergani Ovası ve Diyarbakır’ın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda, diğer yerlerden farklı olarak uzak bölge ticaretinin farklı yansımalarını görüyoruz. Bunun başında obsidyen geliyor. Solhan, Van Bölgesi’ndeki yataklardan gelen obsidyen, hemen hemen çakmaktaşı ile aynı işi yapmakla birlikte daha prestijli bir hammaddedir. Çayönü ve ardından Ergani’de bulunan Papazgölü’nde kullanılan aletlerin yüzde 50’den fazlası ithal obsidyenden yapılmış aletlerdir ve hacim olarak bakıldığında Van’dan buraya tonlarca miktarda obsidyen geldiği anlaşılır. Aynı şekilde bakırdan yapılmış, ilk sezondan itibaren bulunan aletler, basit delici bızlar, ardından kakmalar ve az sayıdaki boncuklar, dünyada bilinen en eski maden kullanımını gösterir. Kuşkusuz Diyarbakır’ın kuzeyinde, Ergani’de nabit bakırın yüzeyde bulunması temel girdilerdendir ancak tarihöncesi insan, bakırı kullanmak kolay olmadığı için, bakır oksidi yani malahiti tercih etmiştir. Malahiti sürterek, vurarak, aşındırarak biçimlendirmek mümkünken, doğal bakırı ısıtmak gerekir.
Çayönü bakır aletleri üzerine dünyadaki en iyi madencilerin yaptığı analizler pyroteknolojiden yararlanıldığını, yani bakırın ısıtılarak biçimlendirildiğini ve ardından kesilerek kullanıldığını ortaya koymuştur. Bunun gibi Körtiktepe’de bulunan klorit kaplar ve deniz kabukları da, bölgenin başka yerlerle daha MÖ 10. bin yılda güçlü bir iletişim ağı içinde olduğunu kanıtlar. Diyarbakır’daki Neolitik Dönem araştırmalarının seyri üzerinde biraz duralım. Bu seyirde yine bahsettiğiniz iki isim öne çıkıyor galiba… Evet… Diyarbakır’da Neolitik Dönem araştırmalarını iki ayrı kulvarda düşünmek gerekir. Bunlardan biri kültür tarihi açısından yapılan, diğeri de bölgenin doğal çevre zenginliklerini ortaya çıkaran araştırmalardır. Kuşkusuz birinci grupta yine Prof. Halet Çambel ve Robert J. Braidwood’un çalışmaları öne çıkar. Bu iki hoca sağlam verilere dayalı geniş öngörüleri olan, sorgulayıcı bakış açısına sahip ve elde edilen bilgiyi topluma kazandırmayı hedef olarak görmüş hocalardı. Braidwood 1940’lı yılların ortalarından itibaren Neolitik sözcüğünün kuramsal içeriği üzerine çalışmış, çok sayıda yeni öneri geliştirmiş ve bu alanda dünyada adından en çok söz edilen bilim insanlarından biri olmuştur. Hatta bu döneme Neolitik denmesine şiddetle karşı çıkarak sosyoekonomik içerikli bir terminoloji önererek, “ilk yerleşik”, “ilk tarım toplulukları” gibi ifadeleri Neolitik Dönem yerine kullanan ve savunan kişi de yine Braidwood’dur. Halet Çambel de arkeolojinin, nesneleri tanımlamakla yetinen anlatımından kaçınan, geçmiş dönemleri buluntulardan ibaret görmeyip, yaşam ve yaşamı oluşturan ögelerin kurgulanması üzerine kuran bir bilim insanıdır. Çambel, bilimsel çalışmaların, oportünist bir tavır takınmadan, işin her yönüyle hakkını vererek yapılmasını daima öne çıkarmıştır. İki hocanın birbirini tamamlaması çok önemli sonuçlar vermiş, 1963 yılında kısa süreli bir araştırma için Türkiye’ye gelen Braidwood 1986 yılına kadar Çayönü’nden kopamamış ve ölümüne kadar da Çayönü’nde Halet Çambel ile birlikte çalışmak üzere tüm imkânlarını seferber etmiştir. Bu nitelikte iki bilim insanının Diyarbakır’a bu şekilde bağlanması, gerçekten üzerinde önemle durulması, nedenleri ve sonuçları itibariyle doğru değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bu iki ismin arkeolojik kazılara çağdaşlarından farklı, daha bütüncül yaklaştıklarını söylüyorsunuz. Bu farklı bakış açısından biraz bahsedebilir misiniz? Daha 1964 yılında Çambel ve Braidwood kazı ekibini kurarken, geçmişi anlamanın arkeologların tekelinde olmaması gerektiği düşüncesiyle, doğal çevre, beslenme gibi farklı ögeleri göz önüne alarak doğa bilimcilerle birlikte hareket etmenin gerekliliğini benimsemiş ve Türkiye’de ilk kez arkeolog ve doğa bilimcilerden oluşan bir ekip kurmuşlardır. Özellikle Van Zeist, Jack Harlan gibi arkeobotanikçiler bölgenin yabani tahılların evcilleştirme sürecindeki yerini, Karacadağ ve Ergani Ovası’nın uygarlık tarihi açısından önemini ortaya koymuşlardır. Aynı şekilde Barbara Lawrence gibi arkeozoologlar ile ilk kez bu bölgede varlığı bilinen, daha sonra çiftçi yaşamın temelini oluşturan, koyun ve keçinin yabani atalarıyla ilgili çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Ayrıca ilk defa Solhan ve Van bölgesindeki obsidyen kaynaklarının saptanması, eski dönemlerde kullanılan farklı kayaçların lokalizasyonu ve doğal bakır üzerinde yapılan araştırmalar bu ekip sayesinde gerçekleşmiştir. Bunlar bugün Çayönü’nden sonra çok daha gelişmiş olarak Yakındoğu’nun hemen her yerinde süregelen araştırmaların ilk temel taşları niteliğindedir. Diyarbakır’ı arkeoloji dünyasında ayrıcalıklı bir yere koyan en önemli özellik nedir sizce? Diyarbakır’ı ayrıcalıklı kılan, daha sonra Göbeklitepe, Karahantepe’ye giden Neolitik dönem araştırmalarının tetiğinin çekildiği yer olması ve yabani koyunun, yine yabani atası Karacadağ’da bulunan buğdayın ve Neolitiğin en temel besleyici mad – delerinden biri olan mercimeğin atalarının burada bulunmasıdır. Bu ayrıcalıklar Diyarbakır’daki Neolitik döneme tarihlenen yerlerin, Göbek – litepe Kültür Bölgesi içindeki diğer buluntu yerlerinden daha önemli olduğu anlamına gelmese de, o kültü – rün içerisinde gelişen, ama araştırma tarihi ve sözünü ettiğimiz doğal kay – naklar açısından Diyarbakır’ın ciddi bir önceliği olduğunu gösterir. Peki, Anadolu arkeolojisinde böyle – sine önemli bir yere sahip Diyarba – kır’da ilerisi için nasıl bir planlama yapılmalı? Diyarbakır bölgesinde yapı – lan Neolitik Dönem araştırmaları dışındakilerin tümü baraj kurtarma kazılarıdır. Bir bölgenin geçmişinin incelenmesi, baraj altında kalacak alanlarla sınırlanarak düşünülmeme – li. Baraj alanları dışına çıkıldığında bölgenin zenginliğini en iyi göste – ren yerin yine Çayönü olduğunu görürüz. Dicle Vadisi’nden Toroslara, Karacadağ ve diğer oluşumlara kadar ortamın çok zengin bir çeşitliliği var. Son yıllarda barajların yoğunlaştığı akarsu vadilerinde yapılan araştır – malar çok önemli sonuçlar ortaya koysa da biliyoruz ki Neolitiğin temel ögeleri olan yabani hayvanlar, ticari dolaşımı olan hammaddeler yine bu dağlık bölgeden geliyordu. Dolayısıyla bu bölgede yapılan akılcı bir plan – lamanın Göbeklitepe gibi sürprizleri getirme potansiyeli çok yüksek. Tabii öncelikle bu tür bir araştırmanın gerekliliğine inanmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Necmi Karul
, Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Tarihöncesi Arkeolojisi
Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.
Bu kısımda sizin de görselinizin bulunmasını isterseniz fotograf@diyarbakirdergisi.com mail adresinize fotoğrafınızı gönderebilirsiniz.