Diyarbakır’da İnanç – 2. Sayı

Günümüzde “günah keçisi” olarak kullanılan deyimin,
Çukurova ve çevresini içeren Hurri ülkesi Kizzuwatna’lı
büyücü Maştikka’nın günümüzden dört bin yıl önce
uyguladığı formülden gelişi oldukça şaşırtıcıdır.
Efsaneye göre, büyücü, müşterisinin kurtulmak istediği
kötü olayı sembolik olarak bir keçiye veya koyuna
yükler, hayvanı yerleşim alanından uzaklaştırırdı.

Eskiçağlarda insanlar anlayamadıkları, karşısında güçsüz kaldıkları doğa olaylarını tanrıların veya doğaüstü, gizemli güçlerin yaptığına inanırdı. Tanrı ve tanrıçalar insanlara benzetildiği için, onların da yiyip-içtikleri, evlendikleri, kızdıkları, mutlu oldukları, zevk veya öfke duydukları inancı hâkimdi. Dinî törenlerde tanrılara ve doğaüstü varlıklara klişeleşmiş sözler söylenir, içerisinde müzik ve sporun da yer aldığı bazı davranışlar uygulanır ve simgeler kullanılırdı. Bu törenlerde uygulanması gereken kurban sunma, yeme, içme, jestler, müzik gibi daha birçok ayrıntının sırası, yeri ve zamanı, çivi yazılı tabletlere yazılarak, sonraki nesillere aktarılırdı.

 

Mezopotamya mitolojisine göre dünya düz bir kara parçası olarak okyanusta yüzer, gök kubbedeki tüm ışıklı cisimler hareket ederdi. Yer altı, ölüler dünyasıydı. Bölgenin en eski tanrılarından Ay Tanrısı Sin, Güneş Tanrısı Şamaş ile Venüs Yıldızı olan Bereket Tanrıçası İştar’ın babasıydı. Şamaş her gün doğudaki kapıdan göğe girer, batıdaki kapıdan da göğü terk ederek yoluna yer altı dünyasında devam ederdi. Yağmuru şimşekler çaktıran Fırtına Tanrısı Adad getirir, yer altı sularını, pınarları ve nehirleri de Su Tanrısı Ea kontrol ederdi.

 

Sonbaharda doğanın canlılığını kaybedip, ağaçların kış uykusuna geçmesi; ilkbaharda ise, toprağa suyun katılmasıyla bitkilerin canlanması ve tohumların filizlenmesi, Mezopotamya mitolojisinde destansı öykülere konu olmuştu. Bereket tanrılarının ölmesi ve yeniden doğması ile simgelenen bu öykülerde, İştar’ın eşi Tammuz, sonbaharda Yeraltı Tanrıçası Ereşkigal’in hükmettiği yer altına indiği zaman, bitkilerin büyümesinin ve hayvanların çiftleşmesinin durduğu anlatılır. Ne zaman ki Su Tanrısı Ea, Tammuz’un ilkbaharda yeryüzüne çıkarak İştar ile birleşmesini sağlar, doğa da yeniden canlanırdı. Bu doğal döngü, yılın ilk ayı olan Nisannu ayının dördüncü gününde —21 Mart ekinoksu— Akītu Bayramı ile kutlanırdı. Bu bayramlarda, tanrılar ve ölmüşlerin ruhları bayram yerine tütsü yakılarak çağırılır ve onlara su, çeşitli içecekler, kurban edilen hayvanların parçaları ile çeşitli tarım ürünleri sunulurdu.

 

Eski çağ insanları, açlık, ölüm, hastalık, kuraklık, sel, deprem, yanardağ püskürmesi gibi doğa olaylarını da tanrıların insanları cezalandırması olarak görürlerdi. Tanrıların öfkesini dindirmek ve kendilerinden yana olmalarını sağlamak için kurbanlar sunar, törenler düzenlerlerdi.

 

Salat Tepe’de Büyüler ve Kurbanlar

 

Günümüzden dört bin yıl öncesine baktığımızda, Çukurova’dan Zagros Dağlarına kadar uzanan ve içinde Diyarbakır Ovası’nın da bulunduğu geniş coğrafyada kurulan küçük Hurri Krallıklarının, beş yüz yıl sonra Mitanni Krallığı altında birleştiğini görürüz. 2000-2013 yılları arasında, Bismil’in yaklaşık 25 km. doğusunda bulunan, Salat Çayı kenarına kurulmuş Salat Tepe’de yürütülen kazılarda bu döneme ait çeşitli büyülere ve kurbanlara ilişkin bulgular elde edildi.

 

Salat Tepe’de günümüzden 4500 yıl önce Akkad döneminde kurulan yerleşimle, 2300 yıl önce Hurri-Mitanni döneminde kurulan yerleşim arasındaki tüm katmanların, depremler ve yangınlarla tahrip olduğu biliniyor. O dönemde, depremin plaka hareketliliğinden kaynaklandığı bilinmediğinden, bu afetin tanrıların verdiği bir ceza olduğu düşünülüyordu. Bu yüzden yıkılan her yapının kalıntısı üzerine yeni yapılar inşa edilirken, önce yıkıntıların üzerine, sonra da yeni yapıların temellerine kurbanlar yerleştiriliyordu. Deprem enkazı üzerine bazen sığır ayakları konuyor, bazen içinde bir yavru domuz bulunan çanaklar ters çevrilerek bırakılıyor ya da enkaz içine açılan çukurlara kırık figürinler ve kurbanlık hayvanlar gömülüyordu. Böylece, önceki yerleşimin yıkımına neden olan depremin tekrarlanması engellenmek isteniyordu.

 

Yine Salat Tepe’de bazı yapıların temelleri boyunca açılan küçük çukurlara, kurban edilen hayvanların parçalarının gömüldüğünü; bazı temellerin taşları arasına çanak içerisine yerleştirilmiş yavru domuzlar konduğunu görürüz.

 Buradaki amaç, yeni inşa edilen yapının kutsanmasıydı. Hurri ve Hitit kültüründe, kötülüklerden korunmak için yer altı tanrılarına domuz kurban edilişi yaygın bir gelenekti. Aynı şekilde, Dicle nehrinin güney kıyısına kurulmuş, Bismil’in yaklaşık 40 km. doğusunda yer alan Hirbemerdon’da da, dinî törenlerin uygulandığı meydan çevresindeki yapılarda, çanak içerisine yerleştirilmiş domuz yavruları açığa çıkmıştır.

 

Salat Tepe’de bir yapının temelinde bulunan bir figürin grubu da yine bir büyü uygulamasına ait. Pişmiş topraktan üretilmiş bir kadın ve erkek figürü, bir sunak modeli ve minyatür bir çanaktan oluşan bu grubun evin temeline yerleştirilmesi, burada yaşayacak ailenin sağlıklı ve iyi bir hayat sürmesi için yapılan bir büyüyü gösteriyor. Ayrıca bu ailenin tanrılara sürekli sunularda bulunduğunu da ifade ediyor. Bu yapı da diğer birçok yapı gibi deprem ve yangınla tahrip olmuş, hatta erişkin bir erkek bu sırada hayatını kaybederek evin tabanı üzerinde kalmış. Anlaşılan o ki, büyünün bu evde yaşayanlara pek bir faydası olmamış.

 

Tütsü Kapları, Toprak Sunaklar

 

Bu dönemde tapınmak için pişmiş toprak levhalar kullanılıyordu. Hirbemerdon’daki meydanda ele geçen çok sayıda pişmiş toprak levhanın bazılarında, içinde bir tanrıça bulunan tapınak kapısı betimlenmiş, alt bölümüne de bir çanak yerleştirilmiş. Bu çanaklar bir yere asılır ve tören sırasında içlerine sıvı konularak tanrılara sunulurdu. Salat Tepe ve Giricano’da bulunan yapı biçiminde tütsü kapları ile Müslümantepe’de bulunan pişmiş toprak sunaklar, buralarda yaşayanların dinî törenlerinin kalıntılarıdır.

 

Günümüzde “günah keçisi” olarak kullanılan deyimin, Çukurova ve çevresini içeren Hurri ülkesi Kizzuwatna’lı büyücü Maştikka’nın günümüzden dört bin yıl önce uyguladığı formülden gelişi oldukça şaşırtıcıdır. Efsaneye göre, büyücü, müşterisinin kurtulmak istediği kötü olayı sembolik olarak bir keçiye veya koyuna yükler, hayvanı yerleşim alanından uzaklaştırır veya parçalayıp yakarak gömerdi. Hastalık, kuraklık ya da başka bir kötü olay sembolik olarak hayvanın balçıktan yapılmış suretine de yüklenir, bu suret kırılıp gömülür ya da atılırdı. Cinlerin neden olduğu hastalıklardan kurtulma veya günahlardan temizlenme de yavru bir domuzun kurban edilmesiyle mümkündü.

 

Bırkleyn Mağaraları

 

Tarihî belgeler Kuzey Mezopotamya’nın doğu bölümünde, günümüzden 4000 yıl öncesinde Tanrı Assur’a tapan Assur halkının yaşadığını bildirir. Diyarbakır ovasında Assur egemenliği ise günümüzden yaklaşık 2400 yıl öncesine kadar iner.

 

Eski çağ toplumları, yer altı su kaynakları, kuyular ve içlerinden su çıkan mağaraları, yer altı tanrılarının, cinlerin ve ölü ruhların dünyaya çıktığı geçitler olarak görürlerdi. Güneydoğu Toros dağlarının geçit verdiği, Diyarbakır-Bingöl karayolunun bulunduğu bölgede, Dicle Nehri’nin kollarından Bırkleyn Çayı’nın çıktığı Bırkleyn Mağaraları da böyle yerlerden biridir. Mağaranın girişine yakın bölümlerinde bulunan çivi yazılı kitabeler ve kabartmalardan birisi, MÖ 12. yüzyılda yaşamış Orta Assur Kralı I. Tiglatpileser’e ait.

 

Yeni Assur imparatoru III. Salmanassar da MÖ 9. yüzyılda mağara içinde üç farklı yere kabartmasını yaptırmış. Kabartmanın yazıtında “On beşinci krallık yılımda Nairi ülkesine sefere gittim. Dicle’nin başında, suyun bir dağ yarığından çıktığı yere resmimi yaptırdım.” der. III. Salmanassar, ayrıca başkent Nimrud’un kuzeyindeki Balawat’a inşa ettirdiği, Rüya Tanrısı Mamu’ya adanan tapınağın kapısını süsleyen kabartmalı tunç şeritlerde birçok icraatını anlatır. Bu kabartmaların bir bölümünde Bırkleyn Mağaralarından da bir kesit yer alır.

 

Bu kabartma sahnesinde mağara içinde tütsüler yakıldığı, sığır kurban edildiği ve kralın kabartmasının yapıldığı resmedilmiştir. Son olarak, Bismil’in 10 km güneydoğusundaki Kavuşan Höyük’te rastlanan bir kadın ve çocuk mezarından bahsetmeliyiz. Assur egemenliği sonrasına tarihlenen bu mezara 21 adet kaplumbağa kabuğu dizilmiş. 17 tanesinin yumuşak kabuklu Fırat kaplumbağasına ait olduğu tespit edilen bu kabuklardaki kesme izlerine bakılırsa, bir cenaze töreni sırasında yendikleri tahmin edilebilir. Bu kabuklar, kaplumbağa gömüsünün bu döneme tarihlenen ender örneklerinden biridir. Bunun Diyarbakır’da belgelenmiş olması da ayrıca önemlidir. Günümüzde bazı yörelerde halen nazara karşı koruyucu olarak evlere kaplumbağa kabuğu asılmasının, bu inancın günümüze yansıyan bir devamı olduğunu söyleyebiliriz.

A. Tuba Ökse

 Prof. Dr., Kocaeli Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü.

Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir