Mezopotamya’nın çatısı Karacadağ
Her şehrin eteklerine sığındığı, kimi başı bulutlara değen, kimi yemyeşil ormanlarıyla insanı büyüleyen dağları vardır. Ağrı Dağı Türkiye’nin zirvesi olurken, Süphan Dağı bembeyaz doruklarıyla selamlar bizi. Kaçkarlar ulaşılmaz, zorludur; Toroslar, sedirleriyle, koca katranlarıyla göz alıcıdır.
Ve Karacadağ müşfik bir ana gibidir Diyarbakır için… İlk lavını püskürttüğü günden bugüne, tam altı yüz bin yıldır burada, olduğu yerde duruyor. Binlerce yıldır dört bir yanına bereket, bolluk ve karakter veriyor. Bir tarafı Diyarbakır’a, bir tarafı Şanlıurfa’ya, bir tarafı Mardin’e uzanan dağın lavları o kadar geniş bir alana yayılmış ki, Akdeniz çevresinin en geniş taban alanına sahip volkanı olarak biliniyor.
Sadece Diyarbakır’ın değil, Kuzey Mezopotamya’nın en heybetli dağı Karacadağ… Heybetini yüksekliğinden değil, üç tarafa yayılmış lav dillerinin gizeminden alıyor. Üzerine kurulan şehirlerin, köylerin tarihinden; yaylarında yayılan sürülerin, baharda açan çiçeklerin, kışın savrulan karın, tipinin ihtişamından alıyor.
Taşın En Güzel Hali
Karacadağ volkanik bir dağdır evet ve etrafına en büyük ikramı da siyaha çalan koyu gri renkteki bazalt taş olmuştur. Dağın en karakteristik yapısıdır bu taş. Taş, ruhsuz, soğuk ve cansız bir çağrışım yapar insanda ama Karacadağ’da öyle değil. Taş burada dağın ruhu gibidir. İnsanlar taş ile barışık ve uyumludur Diyarbakır’da. Taşa kendilerinden değer katarak inşa ettikleri yaşam alanlarıyla, duygularını yansıtan eserlerle doludur şehirleri. Karacadağ’dan kopup gelen bu ‘kara taş’, haliyle şekil verdiği bu şehre de kendi karakterinden izler bırakmıştır. Diyarbakır’ın bir zamanlar ‘Kara Amid’ olarak adlandırılması boşuna değil elbet…
Bazalt taş, oldukça sert ve dayanıklı bir taştır. Doğal olaylar karşısında alabildiğince direnç gösterir. Su ve rüzgâr ile temasında kolay aşınmaz, sürtünmelere karşı da dayanıklıdır. Bu yüzden Diyarbakır’da şehri koruyan surlar da; evler, camiler, kiliseler, hanlar, hamamlar da bazalt taşla inşa edilmiştir. Evlerin eyvan ve avlu zemin döşemelerinde “dişi taş” denen, gözenekli bazaltlar kullanılır. Çünkü dişi taş, suyu içine alıp gözeneklerinde koruyan bir yapıya sahiptir. Bu taşla inşa edilmiş avlular, eyvanlar ve odalar, sıcak yaz aylarında doğal bir serinlik sunar insana. Taşıyıcı duvarlarda, sütunlarda, sövelerde, kısaca sağlam olması gereken diğer yerlerde ise gözeneksiz “erkek taş” kullanılır. İlginçtir, Karacadağ “Kalkan Yanardağ” tipinde bir dağdır ve şehrin etrafını çepeçevre kuşatan surlar da Kalkan Balığı şeklindedir. Tamamı işlenmiş bazalt taşla inşa edilen surların koruduğu bir şehir ki, yine tümü bazalt taşla inşa edilmiş her bir yapısı, her bir sanat abidesi yine Karacadağ’ın karakterini yansıtır.
Taşlı Ovanın Çiçekleri
Karacadağ’ın içinde bulunduğu bölge, normalde, karasal iklimin hüküm sürdüğü bir alandır. Ancak Karacadağ, bölgeyi kuzey güney ekseninde ikiye böldüğü için, dağın batısında Akdeniz iklim özelliklerine, doğuda kalan bölümde ise karasal iklim izlerine rastlanır. Mesela, Karacadağ’ın güney yamaçları ile batı kısmında kalan bölgelerde fıstık ve zeytin yetiştirilebiliyorken, kuzey ve doğu bölgelerinde bu ürünlerin yerini daha çok üzüm, ceviz ve badem alır. Bu iklim farklılığı, dağın bereketinin bir parçasıdır.
Karacadağ’ın en önemli özelliği, belki de baklagiller ve buğdaygillerin yabani atalarının ve birçok endemik ve nadir bitkinin yetiştiği bir ‘Önemli Doğa Alanı’ olmasıdır. Bugünkü buğdayın atası olarak bilinen ‘einkorn’ buğdayının gen merkezi Karacadağ’dır ve buğday ilk kez burada evcilleştirilmiştir. Yine dağ, kaydı yapılan otuz ikisi Türkiye’ye özgü, yaklaşık 600 bitki türüyle de öne çıkar. Geven ve yabani buğday bozkırları, bir-iki yıllık otsu bitki topluluklarının yanı sıra dağda, süsen, safran, düğün çiçeği, su papatyası, dağ zambağı, sütleğen ve orkide gibi çok sayıda çiçek yetişir. Yine güzelliğiyle meşhur endemik bitkilerden ters lalenin anavatanı da Karacadağ’dır. Yaylalarında, düzlüklerinde az sayıda kalan meşe ağacının yanı sıra, tek tük çitlembik, ahlat, alıç, dişbudak ve menengiç ağaçları da boy verir. Ama eskiler, dağın bir zamanlar tümüyle ormanla kaplı olduğunu ve develerle dağdan odun çektiklerini anlatırlar. Bereketin kaynağı Karacadağ, aslında kendi içinde kavrulmuşken bile cömert olmayı hiçbir zaman esirgememiş bir dağdır.
Dağın Değişmez Sakinleri: Koçerler
Karacadağ yaylaları, Kejan, Türkmen, Karakeçili, Beritan gibi göçebe aşiretlerin önemli konaklama alanlarındandır. Bin yıllık mirasa sahip renkli kültürlerini günümüze kadar taşıyan ve yarı göçebe yaşam sürdüren Koçerler/Köçerlerin mekânı, “zozan” dedikleri Karacadağ yaylalarıdır. Koçerler, bütün bir yılı, göçer kadınların bin bir emekle keçi kılından dokudukları ve “Kon” denilen, on iki direkli çadırlarda geçiriyor ve hayvancılık yapıyorlar. Kışın daha sıcak yerlerde konaklarken, bahar aylarında havalar ısınmaya başladı mı soluğu Karacadağ’ın eteklerinde alıyorlar. Dağın zirvelerine doğru, eriyerek çekilen karların boşalttığı alanlarda baş döndürücü bir yaşam başlıyor bu göçten sonra. Bereket dağıtmaya başlayan dağın nimetlerinden olabildiğince fazla yararlanmak gerekir çünkü. Kar sularıyla beslenen bahar çiçekleri etrafı sarıyor, koyunlar kuzuluyor, sütler bereketleniyor. Müthiş bir enerji katılıyor yaşama. Şubat ayı sonlarından itibaren dağın eteklerinde başlayan koşuşturma, temmuz ayının ortalarına doğru dağın zirvelerine çıkınca azalıyor biraz. Koçerler, havalar tekrar soğuyana dek, Karacadağ yaylalarında koyunları ve keçileriyle birlikte yaşıyor. Sütün bol olduğu bu dönemde, yoğurt, tereyağı, peynir gibi ürünler Diyarbakır’daki köy bakkalları ile Peynirciler Çarşısındaki tavlalarda boy gösteriyor.
Koçerler, yaylaya çıktıklarında her yıl aynı yerde, kendi tabirleriyle “atadan, dededen kalma” dedikleri yerlerde konaklıyorlar. Çadır kurarken, su için kuyu açarken veya göçerken birbirlerinin en büyük yardımcısı oluyorlar. Çoban köpekleriyle, sayısını asla söylemedikleri sürüleriyle, Karacadağ’ın buz gibi kaynak sularından demledikleri çaylarıyla günümüzde ne yazık ki sayıları gittikçe azalıyor Koçerlerin.
“Beyler Sofrasına” Giden Karacadağ Pirinci
Hayvanların otladığı, insanların serin havalarına sığındığı yaylalarda bulunan su kaynakları, dağın en kıymetli hediyesidir buraları yurt edinmiş insanlara. Kışın zirvelerinden eksik olmayan karlar eriyip yer altındaki su rezervlerine, oradan da kaynaklara akarak yüzeye çıkar ve canlılara yaşam bahşeder. Bu kaynaklardan çıkan sular oldukça serin ve içimi çok yumuşaktır. Diyarbakır’da hayatın surların içinde sürdürüldüğü dönemlerde (1950’li yıllara kadar) Karacadağ’ın buz gibi suları, yaptırılan kantaralar (su kemerleri) ile Suriçi’ne taşınmış. Bunların en bilineni Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaptırılan ‘Hamravat Suyu’dur. Hamravat, 1930’lu yıllara kadar şehrin su ihtiyacını karşılamış.
Su demişken, Diyarbakır’ın Karacadağ ismi ile müsemma pirincinden bahsetmemek olmaz. Yaylalardaki serin su gözelerinden akan kaynak sularının can vericiliğiyle yetiştirilen çeltiğin destansı hikâyesine değinmeden olmaz.
Karacadağ pirinci, kapkara taşların bembeyaz incisidir. Zahmetli, yorucu ve uzun bir emek sonunda sofralara gelir. Ekimi nisan sonu-mayıs başlarında yapılır, hasadı ise eylülde başlar, ekim ayının ortalarına kadar bitirilir. Çeltik ekilmeden önce, ekim yapılacak alanda, suyun tarlada her yere eşit oranda ulaşıp akabilmesi sağlanır ki çeltiklerin kökleri, kavurucu yaz sıcaklarında her daim serin sularla beslensin. Bu şekilde oluşturulan eğimli ve taşlı arazilerdeki su birikintilerine el ile serpme usulüyle ekim yapılır. Ekim yapılan bu alanda, tohumlar çimlenecekleri zamana kadar kuşlar tarafından yenmesin diye, çocukların eğlenerek yaptıkları, çaldıkları teneke sesiyle kuş kovma şenliği vardır ki görülmeye değer!
Yaklaşık 150 günlük bir zaman diliminde çimlenen tohumlardan su hiçbir şekilde eksiltilmez, çeltiğin kökünün sürekli suda kalması sağlanır. Karacadağ pirincinin hiçbir tarımsal ilaç kullanılmadan yetiştirilmesi esastır. Yetişmiş çeltik, el ile ekildiği gibi yine el ile biçilir. Sonrasında patozlarda sap ile taneleri ayrılarak fabrikaya gönderilir. Burada kabuğundan ayırmadan önce güneşte kurutulup beyazlatılır ve yemeye hazır hale getirilir. Tamamen ata tohumlarından geleneksel yöntemlerle üretilen, genetiği bozulmamış bu pirinç, kendine has bir görüntü, lezzet ve kokuya sahiptir.
Lav Yolu
Günümüzde eko-turizm sektörü gittikçe önem kazanıyor. Doğallığını büyük oranda korumuş, temiz kalmış ve yerel hayatın hâlâ doğal sürecinde devam ettiği bölgeler bir bakıma el üstünde tutuluyor. Karacadağ da böyle bir bölge olduğu için oldukça önemli. Son zamanlarda, volkanik akıntıların soğuduğu andaki gibi göründüğü yüzey dokusuna ve hepsi birbirinden ilginç onlarca mağaraya sahip alanı, doğa sporcuları tarafından “Lav Yolu” etkinlik alanı olarak kullanılıyor. Çermik sınırları içinde bulunan Miyalan ve Şeyhandede şelaleler bölgesi tam bir doğa harikası. Hemen bu bölgenin yanı başında yer alan, Siverek sınırları içerisindeki Desman Kanyonu ve Takoran Vadisi de Karacadağ’ın uzantılarının güzelliklerindendir. Lav Yolu bölgesinde, şehrin ilk kurucuları Hurri ve Mitanniler döneminden kalma mağaralar ve bu mağaralarda tarihe ışık olabilecek izler hâlâ görülebilir. Ayrıca dağın güney yamaçlarında geniş bir alanda yayılmış ve dağın zirvesinden akan dere sularının içinde kaybolduğu düdenler ve bölgedeki köylülerin yazın yüzeydeki su bittiği zaman, bu düdenlerin içine inerek yer altı göllerinden su tedarikinde bulundukları alan görülmeye değer yerlerdir.
Hacı CEBE
Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.