Bugün Anadolu’da, bakırı döven çekicin yeknesak ama yine de ahenkli ‘tak tak’ larını duyacağınız kaç şehir var ki! Bir sokaktan ötekine dönüyordunuz ya da eski çarşılardan birinde yöreye has bir lezzet, bir koku, size tam da orada olduğunuzu hatırlatacak bir doku arıyordunuz ki umulmadık bir ses duydunuz, ‘tak, tak, tak, tak’… Bakırın çekiçle dostluğu, yarenliği, binlerce yıldır süren muhabbeti… Aslında öyle kalın, hoyrat bir ‘tak’ sesi değil bu, hiç duymayana nasıl anlatmalı, ‘tak’la ‘çın’ arasında gidip gelen, biraz daha kulak verseniz, kadim bir şarkıya benzeyen veya eski, içli bir Diyarbakır türküsüne… Sizi de büyüledi bakın bu melodi, adımlarınız nasıl da kayıverdi sesin geldiği tarafa, Bakırcılar Çarşısı’na… Dicle’nin suladığı sebze bostanları, şehrin seyyar meyve tablaları kadar bereketli bir çarşı bu… Bakırın cezveye, fincan zarfına, kapaklı bir sahana, tencereye, tavaya, devasa kazana, semavere, demliğe, ibriğe, siniye, tepsiye, ayran tasına, kepçeye ve kaşığa, gaz lambasına, sürahiye, şekerliğe, hamam tasına, kildana, buhurdana ya da gülâbdana dönüştüğü mütevazı atölyeler ve göz kamaştırıcı dükkânlar… Mesleği babasından devralmış yaşlı ustalar, önce şükürle başlar konuşmaya, bakıra şekil vermekle, onu ince ince işleyip sanat eserine dönüştürmekle geçmiş bir ömrün şükrüdür bu. Sonrası mâlum; bakırın mutfaklardaki sultanlığını yitirmesine içerlemektedir bu elleri öpülesi ustalar… Başka bir zamanın içinden konuşur gibi “Porselen çıktı, çelik, teflon, alüminyum çıktı, bakır unutuldu” derler. Yer sofralarındaki bakır sinilere bakır tabakların konup kalktığı, sobaların üstünde bakır güğümlerin kaynadığı bir zamandır onların sözünü ettiği…
Şimdi de gerçi gözden düşmüş değildir bakır, sahan olmasa da işli bir cezve, köpüklü kahvelerin servis edildiği kapaklı fincan zarfları görülebilir evlerde, bir bakır mumluk, ayran tası ya da üzeri geometrik desenlerle süslenmiş zarif bir çay tepsisi… Ustaların yakındığı, bakırın dekor amaçlı kullanılması da değildir elbet. Üzeri çekicin ve çivinin dansıyla ince ince işlenmiş bir bakır şekerliği cam büfede görmeye kim itiraz eder ki ya da bir semaverin salonun baş köşesine kurulmasına… Ne olduğunu tam olarak bilmesek de sevdiğimiz bir şey vardır bakır semaverlerde, sezeriz, serin yaz akşamlarından bir esinti getirir bize, belki de geniş Diyarbakır avlularındaki fıskiyenin sesini… Bakırcılar Çarşısı’nı ayakta tutan, bakır işlerdeki zarafet kadar bu çağrışımlardır belki de. Eskiye dokunma hissi, bir masalın kıyısına yerleşme isteği… Ustalar bunu bildikleri için iki cümle söyler iki bakıra vururlar, bir onlar konuşur sanki bir bakır. Çarşıdaki dükkan önü sohbetlerinde, babadan oğula nesiller boyu devam eden mesleğin ölmek üzere olduğundan yakınırken, irice bir dolma tenceresini işlemeye devam ederler. Babadan belki dededen miras o çekiç, bakırı dövmeyi bırakırsa meslek orada son bulacak, bir devir kapanacak gibi konuşma boyunca biteviye devam eder o tak tak sesi…
Ustalar da bilir elbet, bakır bu topraklarda binlerce yıldır hayatın içindedir. İlk arkeolojik bulguların Neolitik Çağ’a ait olması, bakırın dövme ve levha yöntemleriyle ilk kez o çağın insanları tarafından işlenmesi bakır atölyelerinin sohbet konusu değildir belki; ama elleri onların ellerine benzeyen ustaların, çevreden rahatlıkla toplayabildikleri bakırı ihtimal ki taş örsler üzerinde yine taş çekiçlerle döverek iğne ve boncuk yapmasının üzerinden tam dokuz bin yıl geçmiştir.
Çağlar boyu bakırın serüvenini anlatan bir belgesel çekilebilseydi, Diyarbakır ve yöresinin tarihin her döneminde nasıl da gözde olduğu daha iyi anlaşılabilirdi. Hemen her kütüphanede bulunabilecek İbn Battuta Seyahatnamesi’ni elimize alsak söz gelimi, 333 yılında Anadolu’ya gelen seyyahın Diyarbakır’daki bakır atölyelerinden söz ettiğini görebiliriz. Bakır başlıbaşına bir tarihtir bu coğrafyada. Yöre halkının çalıştığı bakır madenleri, yabancıların bakıra ilgisi, teknolojinin gelişmesiyle birlikte ucuzlayan ve sonra yine değer kazanan bakırın inişi ve yükselişi hep bu tarihe aittir. Bakır eşya üretiminin arttığı 1800’lerin ortasında Diyarbakır’daki ustalar talebi karşılayacak bakırı temin etmekte güçlük çektikleri için Babıâli’ye başvurdukları o dönem bakırın yalnız Diyarbakır evlerinde değil, bütün Anadolu’da sultanlığını ilan ettiği dönemdir. Minik bir yolculuğa çıksanız hayalinizde, bahçelerde kaynayan kocaman bakır kazanlar görürsünüz, mutfak tereklerine dizili kalaylı kaplar, misafir önüne çıkarılan işli siniler, soba üzerinde güğümler, ocak üzerinde tencereler…
Tam da bugünkü ustaların özlemini yansıtan o günler çok geride kaldı, tıpkı Diyarbakır civarında çıkarılan bakırın develerle taşındığı, kervanların kimi zaman eşkiyalar tarafından soyulduğu o yarı mistik günler gibi… Bugüne geldiğimizde, bakır severlerin mutfakta hep ellerinin altında olacak ürünler yerine mumluk, gaz lambası, duvar tablosu gibi gözlerini okşayacak objelere yöneldiği söylenebilir. Ancak yine de geleneksel yemeklerin pişmeye devam ettiği Diyarbakır evlerinde, Bakırcılar Çarşısı’nı arada bir kolaçan eden eski zaman kadınlarının birkaç yeni sahanla ya da şerbet tasıyla, çeyiz sandığına konulacak bir kahve tepsisiyle evine dönmesi işten bile değildir. Yerli ve yabancı turistlerin ve şehir halkının bakıra ilgisi, atölyelerin de ustaların da sayısının giderek azaldığı gerçeğiyle biraz gölgelenmiş olsa da, bir teselli her zaman bulunur. Diyarbakır’ın adında ve kaderinde ‘bakırın’ her zaman olacağı, el işçiliğinin kıymetini bilen güzel ruhların hiç eksilmeyeceği ve bir köşede, bir dostla hasbihal eder gibi bakırı dövmekten mutluluk duyan ustaların kıymetli taşlar gibi parıldamaya devam edeceği gibi bir teselli… Dokuz bin yıldır olduğu gibi…
Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.
Bu kısımda sizin de görselinizin bulunmasını isterseniz fotograf@diyarbakirdergisi.com mail adresinize fotoğrafınızı gönderebilirsiniz.