Suriçi’nde edebî bir hatıra Ziya Gökalp Müzesi – 5.Sayı

Bazaltın kurşuniliğinden, cas harcının beyazlığından, ahşap kapılardan, süslü pencerelerden, eyvanlardan, havuzlu avlulardan müteşekkil hayatlar… Suriçi’nde her sokak, her köşebaşı yaşamın sakince akan ritmiyle sessiz ve dingin… Evlerde sokağa açılan pencere bulunmaz genelde, avlular büyük kapılarla kapalı. Ama içeride gölgeli ağaçlarla belki dut, belki incir-, gül tarhlarıyla, şakır şakır ses veren fıskiye- leriyle, çocuk sesleriyle, günlük telaşlarla sarmalanmış koca bir dünya saklı. 

Bugün bizim kapısını çalacağımız ev, Müftüzadelerden Tevfik Bey ve Pirinççizadelerden Zeliha Hanım’ın evi… Ulu Cami’nin çok da uzağında olmayan, Suriçi’nin döne kıvrıla uzanan dar sokaklarından birinde. Ev değil de handiyse konak… Tevfik Bey, sonradan ‘Gökalp’ soyadını alacak Mehmed Ziya’nın babası, Zeliha Hanım da annesi… Ziya, bu geleneksel Diyarbakır evinde, bu genç çiftin göz aydınlığı olarak 1876’da açmış dünyaya gözlerini… 

Onu bugün, toplumbilimci, siyasetçi yönüyle tanırız daha çok, biraz da kaleminin güzelliği ve şairliğiyle… Ama bizim burada üstünde duracağımız, şimdi müzeye dönüştürülmüş olan ve insana “keşke ben de burada yaşasaydım” dedirtecek denli güzel aile evi… ‘Ziya Gökalp Evi’ deniyor buraya, kimi yerde ise ‘Gökalpler Evi’. Bir noktada birleşen iki ayrı avlusu, avlu etrafına yerleştirilmiş odaları, haremlik ve selamlığı eyvanı, serdabı, mutfağı, hamamı, ‘zerzembi’ denilen bodrum kat kileriyle, Diyarbakır için geleneksel, Anadolu sivil mimarisi içinse oldukça “özgün” bir ev. 

Gökalp, çocukluk yıllarıyla birlikte ilk gençlik yıllarını da bu evde geçirir. Henüz 17 yaşında bir delikanlıyken çok isteyerek gittiği İstanbul’da Baytar Mülkiye Mektebi’ne kaydolur ama yaz tatillerinde döndüğü yer, yine bu kavruk coğrafyada buz gibi Hamravat suyunun serinlettiği avlulu evleridir. İlk ayrılıştan sonrası da ara ara gidişler ve dönüşlerdir zaten.

1900 yılında muhalif tutumları sebebiyle İstanbul’dan gözetim altında tutulmak üzere gönderildiği, biraz da sürgün edildiği ev, yine baba ocağıdır. Dokuz yıl süren bu mecburi ikamet, Gökalp için aslında birçok şeyin başlangıcıdır. Sıkı bir okuma disipliniyle kitaplarla iç içe bir hayat sürerken, bir yandan da Diyarbakır’ı sokak sokak gezmeye çalışır. Yazı hayatı da bu yıllarda başlar. Tespit edilebilen ilk yazıları, Diyarbakır’ın sokaklarını gezip Diyarbekir Vilayet Gazetesi’nde yayımladığı “Küçük Seyahat” isimli yazı dizisidir zaten. Evliliği, çocuklarının doğumu, Diyarbakır’ın ilk yerel gazetesi Peyman’da yazması, şehri yeniden yaşaması da bu dönemdedir. Hayatının bir kısmı İstanbul’da, Büyükada’da, Selanik’te, Ankara’da; bir kısmı Limni’de, Malta’da sürgünlerde geçse de, onun yolu hep Diyarbakır’ın bu dar ‘kûçe’sinde saklı evine düşer. O bir yanıyla Büyükada’daki kulüplerin aranan ismi, İttihat Terakki’nin vazgeçilmez ideoloğu, Meşrutiyet’in hararetli savunucusu, Büyük Millet Meclisi’nde mebusken, bir yanıyla da Suriçi’nin kültür ortamından beslenen bir Diyarbakır çocuğudur.

Limni Adası’na sürgün olarak gönderildiği sırada, Mondros Limanı’ndan eşine gönderdiği mektupta Diyarbakır’ı ve oradaki evlerini nasıl da hasretle anar! Karşısında gördü- ğü sanki Dicle’dir, durduğu yer ise Fiskaya: “…Hâsılı karşımda Dicle’yi, Bostanları, Kıtırbıl’ın arkasındaki yamaçları görüyorum. Sanki Fiskayası’nın üstündeyim. Bulunduğumuz yer böyle… Etrafıma baktıkça Diyarbekir’i, oradaki evimizi, evimizdeki eski bahtiyarlığımızı hatırlıyorum. Bu bayram hürmetine inşallah yine o günlere kavuşuruz, sevgili Vecihe’m!”

Sonrasında kavuşur tabii ki evi- ne… 1921’de Limni ve Malta sürgününden sonra Türkiye’de geldiği ilk yer, İstanbul’da da evi olduğu halde, Diyarbakır ve buradaki evi olur. Bu dönüşünde de yine boş durmaz Ziya Gökalp, gençleri daha bilinçli hale getirmek için konferanslar, ‘Gece Dersleri’ düzenler. Küçük Mecmua’yı çıkarır, bir ara Etnografya Enstitüsü ve Arkeoloji müzelerinin kuruluşu için çalışır. Sözlü edebiyat çalışmaları, masal ve türkü araştırmaları yapar. Bu dönüşünde de dolu dolu geçirdiği Diyarbakır günleri, millet- vekili olarak Ankara’ya gidişiyle, bir daha dönmemek üzere son bulur. Zira Gökalp, birkaç yılını geçirdiği ve rahatsızlığının başladığı Ankara’dan ayrılıp, tedavi için gittiği İstanbul’da yumar hayata gözlerini.

 

Ev’den Müze’ye…

İnsanları ayakta tutan biraz da biriktirdiği hatıralar değil midir! Aslında toplumları ve şehirleri de… Her şehir, biraz da “Toplumsal Hafıza”sıyla değerlenir, kıymet bulur. Bugün, Diyarbakır’da yaşayıp göçmüş Cahit Sıtkı’dan, Süleyman Nazif’ten, Ahmed Arif’ten, Ali Emiri’den, Sezai Karakoç’tan veya Ziya Gökalp’ten tek bir iz bile kalmamış olsaydı, şehir bu kadar anlam yüklü, sokakları bu kadar cazibeli olur muydu acaba? 

İşte bu yüzden, onları geçip gittikleri evlerde yeniden görünür kılmak çok önemli… 1948 yılında, Ziya Gökalp Müzesi’nin kurulması için ilk adımı atan Diyarbakır Lisesi müdürünün amacı da tam olarak buydu, Gökalp’in hatıralarına sahip çıkmak… Bu evin müze oluşu, içinde yaşananlar gibi ayrı bir hikâye barındırır. Ev müze olacaktır evet, ama içinde hâlihazırda aile efrâdından oturanlar vardır. 1952’de devletten çıkan bütçeyle ilk önce harem dairesi Gökalp’in erkek kardeşi emekli Albay Nihat Gökalp’ten satın alınarak il özel idaresine geçer. Evin bir başka vârise ait selamlık kısmı da, belediye tarafından satın alındıktan sonra ev tümüyle kamulaştırılır. Bu arada bir yandan da evde sergilenmek üzere, Gökalp’in birtakım şahsi eşyası toplanmaya başlanmıştır. Kardeşi Nihat Gökalp, müzenin bir gün gerçekleşebileceğini düşünmüş olmalı ki, ağabeyine ait eserleri, ondan bahseden gazete, dergi ve kitap ile kartlara varıncaya kadar her türlü yayını toplayıp dikkatle saklamıştır. Ayrıca eski Diyarbekir gazetesinin başka hiçbir yerde bulunmayan ilk 16 yıllık koleksiyonu da dâhil biriktirdiklerini de müzeye armağan eder. Bunlarla birlikte Gökalp’in hüviyet cüzdanı, el yazısı mektupları, kartları, ders notları gibi birçok şahsi eşyası da derlenip toplanarak, ev, 1956 yılında müze olarak açılır. 

Ne var ki, zaman ve insan bazen acımasızdır. O günlerden bugüne geldiğimizde, 2014 yılında çıkan olaylarda büyük bir kısmı yanan, çoğu eseri kurtarılamayan ve arşiv ile kütüphane bölümünü tümüyle kaybetmiş bir müze çıkıyor karşımıza. 2019 yılında yapılan restorasyonla yeniden ayağa kalkan, adeta küllerinden yeniden doğan müze, yangından kurtarılabilen az sayıda şahsi eşyayla; ama özellikle her duvarı, kapısı ve penceresinde Ziya Gökalp’ten bir hatıra taşıyarak, bugün de ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor.

 

 

                                                                                                                                                                                                                                                                        Nazlı Hilal Özel

Please wait while flipbook is loading. For more related info, FAQs and issues please refer to DearFlip WordPress Flipbook Plugin Help documentation.

Yorum Gönderin

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir